Toygar bu iş seni aştı.
O güzel kadınlar, o güzel adamlara binip evlendiler!
Kız meslek lisesi gıda teknolojisi ve gastronomi bölümünden
yeni mezun olmuştum. Üniversite sınavına girdiğim ilk yıl istediğim bölüm olan
gıda mühendisliğini kazanamamıştım. Bir sonraki sınava girmeme de babam mani
olmuştu. Babama göre: “sınava zaten bir kez girmiştim ve kazanabilseydim ilk
girişte kazanırdım. Bir daha sınava girmem anlamsızdı. Hem zaten kız kısmının
okumuşu çok da makbul değildi.” Yükseköğrenim hayalim suya düşünce hem evde
daha az zaman geçirmek hem de annem gibi ev hanımı olmamak adına çalışmaya
karar verdim. Babam en azından bu
kararımı olumlu karşıladı. Çünkü ev ekonomisine katkım olacaktı. Lisede aldığım
eğitimle ilgili bir iş yapmak istiyordum. Aslında hayalim küçük atıştırmalıklar
ve ev yapımı yemekler satan butik bir kafe açmaktı. Okuduğum bölümün gastronomi
alanı daha çok ilgimi çekiyordu. Çünkü ocağa konulan tavanın ne kadar
ısındığını, üzerindeki noktanın renk değiştirmesiyle belli eden “teknolojik
tasarımlara” sahip firmalar bizim yerimize her şeyi düşünüyordu. Teknoloji benim
işim değildi. Oysa mutfakta olmak öyle miydi? Mutfak her zaman bir kimya
laboratuvarı gibi gelirdi bana. Yeni karışımlar deneyip yeni tarifler üretmek
ve bunları usulüne uygun bir biçimde servis edip, hakkında eleştirileri
dinlemek. Büyük mutluluktu.
Çalışma fikrine babamın sıcak bakmasını biraz garipsemiştim. Bizimkiler
taa dedemlerin zamanında köyden göçmüş, büyükşehre yerleşmiş burada kendileri
gibi tutunmaya çalışan insanların içinde kendi habitatlarını yaratmış içleri
sıcak dünyaları küçük insanlardı. Aslında babam iyi bir adamdı, yufka
yürekliydi ama neticede bu habitatın içinde sıkışmış bir adamdı. Bir akşam
işten eve geldiğinde: “Melike sana iş buldum, tam sana göre git burada çalış. Buradan
başka yerde de olmaz.” dedi. Ben de heyecanla: “nerede iş buldun?” diye sorduğumda, babamdan: “dayıngilin
arkadaşı Hamit’in pastanede.” cevabını aldım. Hamit’in ne kadar cimri ve pislik
biri olduğunu bilsem de evden uzaklaşmak ve hayalini kurduğum kafeyi açabilmek
için bu teklifi kabul ettim.
Pastaneye gittiğim ilk gün Hamit bana: “sen tezgâhta benim
yanımda dur, hem siparişleri verirsin hem de kasayı sen kullanırsın.” dedi. Mutfak
kısmında çalışmak istesem de mecburen bu durumu kabul ettim. Zaman içinde iyice
hızlanmıştım, siparişleri hemen verip kasayı da açık çıkarmadan
kullanabiliyordum. İş en çok sabah poğaça/börek almaya gelenlerle
yoğunlaşıyordu, bunun dışında genel olarak sakindi. Sabah saatleri dışında
pasta ve tatlı almaya gelenler oluyordu. Bu boşluk zamanlarında ben de mutfağa
girip o güzel poğaçaları, börekleri, pastaları, tatlıları yapan Selim Abi’yle
vakit geçiriyordum. İşin inceliklerini öğreniyordum. Zaman zaman Selim Abi
benim pasta yapmama izin veriyordu. İlk pastamı yaptığımda, evet çok güzel
olmamıştı, liseye başladığım yıl babamın doğum günümü kutlamak için aldığı
pasta gelmişti aklıma. Bizim evde doğum günleri pek kutlanmazdı ve babamın bu
sürprizi annemle ikimizi çok şaşırtmıştı. İnsanların en mutlu anlarının vazgeçilmezi
olan pastaları yapmak içimi ferahlatıyor, kendimi iyi hissetmeme sebep
oluyordu.
Aynı mahallede büyüdüğüm ve aynı liseye gittiğim birkaç kız
arkadaşım dışında pek de çevrem yoktu. Zaten bu kızların birkaçı daha lise
bitmeden evlenmiş, geri kalanları da evlilik hazırlığı yapıyorlardı. Oysa benim
henüz evlenmeye niyetim yoktu. O kafeyi açmalıydım. En azından kendi paramı
kazanmalıydım. Selim Abi ile mutfakta birlikte çalışarak iyi bir arkadaşlık
kurduk. İlköğretim dönemimi saymazsak bir erkekle kurduğum ilk arkadaşlıktı bu.
Mahalledeki kadınların erkeklerden dert yanan halleri, televizyonlarda gördüğüm
şiddet haberlerine rağmen kadınların erkeklerle de iletişim kurabileceği,
onlarla da arkadaş olabileceği fikri yeşeriyordu kafamda. Hatta birine aşık
olmak, sevgili olmak, ele ele dolaşmak…. Sanırım hayatın bir de bu yönü vardı
ama annem ve mahalledeki komşular sürekli “Melike, kız evde kaldın vallahi bak
yaşıtlarının hepsi evlendi.” diyorlardı. Hatta annem zaman zaman falancanın
oğlu filancanın yeğeni diyerek sürekli bana “kısmet” bulmaya çalışıyordu. “Ben çalışıyorum
şimdi bunları düşünecek vaktim yok.” diyerek annemin salvolarını karşılıksız
bırakıyordum.
Günlerden bir gün sabah yoğunluğunda içeri gençten bir çocuk
girdi. Tezgâhtaki poğaçalara böreklere bakıyordu. Çocuğa: “Ne arzu edersiniz?” diye
sordum. Çocuk bana bakıp bir süre durakladıktan sonra kekeleyerek: “iki tane
maydanozlu zeytinli poğaça alabilir miyim?” dedi. Ben siparişini verdikten
sonra çıktı gitti. Uzun boylu, esmer, temiz yüzlü, tanıdığım diğer erkeklerden
farklı, biraz da yakışıklı bir çocuktu. Sonra bu çocuk ilk günkü gibi her sabah
hafif şaşkın bir ifadeyle iki maydanozlu zeytinli poğaçasını alıp hızla
pastaneden çıkıyordu. Kimdir, nedir, ne iş yapar? Bu soruların hiçbirinin
cevabını bilmiyordum ama çocuğun o her sabahki şaşkın, mahcup tavrı hoşuma da gidiyordu.
Diğer yandan annemin “kısmet” arayışları hız kesmeden devam ediyordu. Uzaktan akrabaların
birinin oğlu yeni mühendis çıkmış, bizim ilin Tarım İl Müdürlüğü’ne mühendis
kadrosuyla atanmış. Şimdi de bu oğlanın anası “helal süt emmiş” evlenilecek bir
kız bakıyormuş oğlu için ve anneme de durumu çıtlatmış. Annem de boş durur mu? Mahallenin
desti izdivaç sorumlusu, nam salmış çöp çatanı kendi kızı için “kısmet bulamadı”
dedirtemezdi. Annem de konuyu babama anlatmış ve babam da durumu onaylamıştı. Hatta
istemeye gelme işi için gün bile kesilmişti.
Bu durum üzerine apar topar, tüm karşı çıkışlarıma rağmen
babam: “bundan sonra çalışıp çalışmamana kocan karar verir.” diyerek
pastanedeki işimden aldı beni. Artık evde isteme gününü bekliyordum. Annemin tüm
ısrarlarına rağmen çeyiz hazırlama, “o büyük güne” hazırlanma girişimlerine
tepkisiz kalıyor ve hiçbir işe elimi sürmüyordum. Belki pasif bir direnişti
benimkisi. Hayatımda ilk kez kendimi özgür hissetmişken şimdi tutsak gibi
hissediyordum. Zaman zaman o uzun boylu esmer çocuk aklıma geliyordu. Acaba nasıl
biriydi? Onunla da arkadaş olabilir miydim? Belki severdik birbirimizi. Hem illa
sevgili olacağız diye bir kural yoktu ki. En azından kendimi anlatabileceğim,
derdimi sıkıntımı paylaşabileceğim, hayallerimi anlatıp ondan fikir
isteyebileceğim biri olmuş olurdu hayatımda.
İsteme günü yaklaşmaya başlamıştı. Evde durmak işkence gibi
geliyordu. Neyse ki bizimkiler akşamları erken yatardı. Onlar uyuyunca ben de
bir yandan kısık seste müzik dinleyip, bir yandan da kitap okurdum. Çok daraldığım
bir gece hazır bizimkiler de uyumuşken biraz hava almak için gizlice evden
çıktım. Mahallenin aşağısında bulunan lunaparktaki dönme dolabın ışıkları
gözüme çarptı ve lunaparkın açık olduğunu düşünerek oraya doğru yürümeye
başladım. Lunaparka vardığımda tek tük müşteri kalmıştı çalışanların çoğu bir
yandan temizliğe başlamışlardı. Dönme dolaba doğru yürürken ahtapotun olduğu
gişede o uzun boylu çocuğu gördüm. Kafası öne eğik müzik dinliyordu. Yanına yaklaşıp:
“Merhaba, ben Melike. Sen burada mı çalışıyordun?” dedim. O da yine pastanedeki şaşkın tavrıyla hafifçe
kekeleyerek: “Merhaba, ben Toygar. Evet, burada çalışıyorum. “ dedi. Daha sonra
gişeden çıktı ve birlikte lunaparkın içinde sohbet edip dolaşmaya başladık. Biraz
heyecanlıydım. O ise biraz daha sakin görünüyordu. Bir süre sonra tüm
müşteriler gitmişti. Lunaparkta çalışanlar ve ben kalmıştım. Toygar, bana: “dönme
dolaba binmek isteyip, istemediğimi” sordu. Bende: “olur.” dedim. Hemen koşup
kendi gişesinden iki bira getirdi. Alkolle pek aram yoktu, birkaç kez Deli
Zehra boş derslerde abisinden aşırdığı bir iki birayı okula getirmişti. Sadece onlardan
birkaç yudum almıştım ama Toygar’ın ikramını geri çevirmek istemedim. Dönme dolaba
bindik, Toygar telefondan Pilli Bebek’ten Fotoğraf isimli şarkıyı açtı. Sevdiğim
bir şarkıydı beraber şarkıyı mırıldanıyorduk. Yavaş yavaş dönme dolabın en tepesine
yaklaşıyorduk. Gökyüzü çok güzel gözüyordu. O an aklımda açmayı düşlediğim kafe
geldi. Neden hayalimi gerçekleştiremeyecektim? O sırada Toygar: “Olur mu?” diye
sordu. Ne demek istediğini anlamıştım. Bu durumda olmasaydım belki olurdu. Gerçekten
güzel de olabilirdi ama ben sadece: “Olmaz.” diyebildim. Başka hiçbir şey sormadı,
söylemedi. Sanki içinde bulunduğum durumu anlamıştı ya da bana öyle geliyordu. En
tepedeydik. İçimden kendimi göğün
koynuna bırakmak geçiyordu. Diğer yanda da hayalim. Toygar birasından büyükçe
bir yudum aldı ve kendini göğün koynuna bıraktı. Belki o cesurdu, belki de ben.