28 Kasım 2015 Cumartesi

ellerin, ancak bir heykeltıraşın itinayla biçim verdiği en ünlü eseri kadar güzel. dokunuşundaki pürüzsüzlük zamandan mekandan azade başka bir evreni yaratıyor ve kozmik zaman eğilip bükülüyor, ben nasıl direneyim sana. küçük bir tebessümünün içimde yarattığı hissi ölçebilecek herhangi bir ölçü birimi henüz icat edilmedi. endişeyle heyecanı bir arada yaşarken ben nasıl teslim olmayayım sana. bir bakışınla tüm silahlarımı aldın elimden, bildiğim her şeyi unuttum, ezberim bozuldu, dengem şaştı. tüm yaralarımla karşındayım üryan ve savunmasız. ya al beni kendine sakla ya da al şu hançeri göğsüme sapla. nasılsa takatim yok direnmeye. az biraz gururum kaldı beni düşürmesin diye dilenmeye.
sende ne var bilmiyorum. sesini duyunca panik bir atak geliyor gitmek bilmiyor. ölüme yaklaşıp geri gelmek gibi, cenneti hissetmek gibi.
"sıkıldın mı?" diye soruyorsun bazen. hayır sıkılmıyorum. bu susuşların nedeni başka. sen çocuksu bir heyecanla anlattıkça ben dinlerim. olan olmayan doğru ya da yanlış ne fark eder sen yeter ki anlat ben dinlerim. sen anlattıkça ben yeniden tanımlıyorum her şeyi, başka anlamlar yaratıyorum. bu yaratma gücünü veriyorsun bana, şiirler öyküler yazıyorum adına. inanmayacaksın ama bu akış, bu oluş sürsün diye tanrıyla aramı düzeltiyorum. tanrı kızıyor bana "şimdiye kadar neredeydin, yaratmak benim işim sen sadece ibadet et" diye. böyle bir güzellik yarattığı için şükrediyorum ona.
gözle görülemeyen elle tutulamayan karşı konulamaz bir şey var sende. göremiyorum dokunamıyorum ama varlığını duyumsuyorum. anlatması zor tarifi zor.
yakıtı hüzün olsun bu oluşun. acılar sancılar bir sandıkta ama yanı başımızda kilitli dursun. istersen dersler de çıkarırız. sen yeter ki iste biz birbirimizi de onarırız. şefkat ilacımız, huzur şifamız olur. sen yeter ki iste biz hep birlikte anılırız, hem tek tek hem beraber çoğalırız. sen yeter ki iste şu koskoca evrende küçük bir dünya kurarız.

24 Kasım 2015 Salı

Gitmediysem Paris'e yahut Mardin'e, görmediysem Casa Mila'yı ya da Sümela Manastırı'nı, içmediysem Alman birasını, okumadıysam Ulysses'i, canlı dinlemediysem Gilmour'u, yabancı dil öğrenmediysem veya yaptığım işle tanımlamıyorsam kendimi ya da hiçbir iş yapmıyorsam, katlamıyorsam çıkarttığım pantolonu, boşaltmıyorsam dolan küllüğü, arayıp sormuyorsam arkadaşlarımı ya da gördüğümde kaldığım yerden devam ediyorsam, anlamıyorsam matematikten, fizikten hiç çakmıyorsam, seviyorsam seninle müzik dinlemeyi ama enstrüman çalamıyorsam, izlemediysem Macbeht'i yapmadıysam mutluluğun resmini ve daha nicelerini... Bunlar beni eksiltir mi sevgilim?

5 Kasım 2015 Perşembe

bir ip cambazının denge arayışı

ne yüksekte ipim 
ne de ipte cambaz
biriniz de gelip halimi sormaz

"beni siz delirttiniz"
dengesiz, düzensiz
ve ne idüğü belirsiz
bir yakın bir uzak
saçma sapan ikircikleriniz

sever gibi sövdünüz
söver gibi sevdiniz
beni bu kararsız hale
ne yazık ki siz,
evet siz getirdiniz

ben istedim sadece
kavuşsun ellerimiz
gülüşsün gözlerimiz
ip üstünde yürürken birlikte 
dengeyi sağlardı şemsiyemiz

ne yüksekte ipim 
ne de ipte cambaz
ben yere düşerim 
şemsiyem açılmaz

6 Ekim 2015 Salı

kanatlardan organize gelen
panik bir ataktı bendeki
telaşlı şaşkın
ne yapacağımı bilmedigim
endişesi yüksek bir histin
çünkü sen bana çok içten
güzel gülümsedin.

4 Eylül 2015 Cuma

bir eylül cuması üzerine söylence.

senin kafan güzel 
ben hep iyiyim
sen keyfine bak
ben çayı demlerim
belki denk geliriz çayları yudumlarken 
bir şairin tek bir mısrasında
ama tesadüfler aşkı sevmez
zaten bu pislik içinde aşk 
ne kadar aşksa o kadar işte
allahın vileda sopası yok 
bu pisliği ancak evrim temizler
ya "get your shit together"*
ya da "pull the trigger"**

*topla kendini

**çek tetiği

1 Eylül 2015 Salı

mutsuzum

mutsuzum. farkındayım, hissediyorum, otosansür uyguluyorum, kurallara riayet ediyorum. özgür hissetmiyorum, baskılanıyorum; hem kendim hem de toplum tarafından. çok fazla düşünüyorum, kafam karışık ve çıkışsızım. umursuyorum, önemsiyorum, değer veriyorum. reddediyorum ya da kabul ediyorum. net olmayı istiyorum. yalnızım; yalnız kalmayı da sosyalleşmeyi de seviyorum ve çay içiyorum.
oysa ben zamanın ve mekanın önemsizleştiği, derinliğin kaybolduğu, saçmalama hürriyetini ve kim olduğumdan bağımsız kendinden menkul olmayı, bir başka ifadeyle rezil olmayı, umursamamayı ve önemsememeyi, değer vermemeyi, herkesi o an benim gibi görebilmeyi istiyorum. o anki bulanıklığı, flu hali, aptal aptal sırıtmayı seviyorum.
nedenleri sorgulamıyorum. kendi varoluşumdan uzaklaşıp herkesleşiyorum. özbenliğin yıkımını ve kendini önemli hissetmenin sonunu görüyorum. dedim ya çay içiyorum. kafası sonradan vurdu kaçak çay sanırım.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Yorgunum ve Ağrılar


Bazen bir uyuşukluk hali oluyor zaman!


Sabahları erken uyanmak gibi bir zorunluluğum olmamasına rağmen bazen sabahları erken uyanıp dışarı çıkar öyle boş boş dolaşır kendi kendime zaman geçiririm. Sokaklarda dolaşırken o saatte dışarda pek insan olmasa da yanımdan geçen insanların yüzlerine bakıp kendimce onlar hakkında yorumlar yaparım. Daha sonra deniz kenarına gidip denize karşı bir iki sigara içtikten sonra birkaç poğaça alıp eve dönerim.  O gün de sabah erkenden evden çıkmıştım. Eve döndüğümde masa üzerinde bir not ve biraz da para gördüm. Notta: “Hüseyin Amca ölmüş, onun cenazesi için İstanbul’a gidiyoruz. Yarın döneceğiz. Annen” yazıyordu. Annem neden beni aramamıştı ki ya da bir mesaj atabilirdi. Telefonum yanımdaydı oysa. Sonra Hüseyin Amca takıldı aklıma. Hüseyin Amca kimdi? Çok da önemli değildi benim için ama her ölüm bir parça üzmüştür beni.  Muhtemelen bir düğün ya da cemiyette bir iki kez tanıştığım ama benim için hiçbir anlam ifade etmeyen akrabalardan biriydi kesin.  Akrabalık sen doğduğunda hazır olan ve sürekli yeni insanların eklendiği, çok da çaba sarf etmeden kurulan ilişki biçimi. Falancanın oğlu ya da kızı olduğu için ön bilgiyle değerlendirip kodladığımız insanların tümü.  Zaten düğünleri, bayramları cenazeleri vb…  geleneksel ritüelleri oldum olası hiç sevmemişimdir. Hayatımda hiçbir yeri olmayan bir sürü hısım akrabanın sorgulamaları bende kapana kısılmışlık hissi uyandırmıştır. O anlamsız toplumsallık dizgesinin bir yerinde olmaya çalışan ama hayatta benim için hiçbir karşılığı olmayan insanların saçma sorularına kaçamak cevaplar vermeye çalışmak insanın kendi olmasını engelleyen, dürüstlüğünden ödün vermesine neden olan bir hadise değil mi?

Çay demleyip poğaçalarımı yemeye koyulmuşken bir yandan bilgisayardan müzik açıp günlük olan bitene bakmaya başladım. Haberler dünden çok da farklı değildi. Yine adaletsiz yönetimler, savaşlar, katliamlar, haksızlıklar, açlık, sefalet, işsizlik vb… Eskiden böyle haberler gördüğümde daha fazla reaksiyon gösterirdim. Hatta eylemlere falan bile giderdim. Sanırım insan yaşlandıkça o eski heyecanı biraz daha azalıyor, daha çok vicdan yapıp, daha az reaksiyon gösteriyor. Zaman geçtikçe her şey sıradanlaşıyor ve insan bu duruma alışıyor. Yoksa bu kadar zulme, savaşa, kana dayanabilmenin başka bir açıklaması olamaz. Bireysel olarak sınır durumlar yaşamadıkça sarsılıp olanları idrak etmekte zorlanıyor insanlık. Toplu bir kayıtsızlık hali. Sınır durumların dışında bu kayıtsızlık halini bir nebze olsun aşabilecek olanın mizah olduğunu düşünüyorum. Belki her şeyle dalga geçmek değil ama gereksizce önem atfedilen şeylerin aslında önemsiz olduklarını  vurgulamak gibi. Haberleri inceledikten sonra facebook ve twitter’ı açıp günlük mizahımı da yaptım. Kendimce eğleniyorum işte ya da boş boş o sayfalara bakarken dalıp gitmişken kendimi yakalıyorum. Amaçsızca hiçbir şey yapmadan saatlerce o ekrana bakmanın bir şekilde zamanın geçmesini sağladığını fark ediyorum. İnsanların neler yaptığı, nelere tepki gösterip nelere güldüklerini incelemek ve amaçsızca bunları takip etmek. Bu sanal ortam bir yanıyla diğer insanlarda kendimizi bulmamıza yardımcı oluyor. Aslında hiçbirimizin özel olmadığı, temelde isteklerimizin, arzularımızın aynı olduğu, sadece bunları farklı biçimlerde ve farklı düzeylerde ifade ettiğimiz gerçekliğini bize yansıtıyor.

Bir süre sonra bilgisayarın başından kalkıp kendime kahve yaptım. Tek şekerli sade kahve,  sigarayla en iyi böyle gidiyor bence. Uzun süredir elime alıp alıp bıraktığım kitaba yeniden başlamaya karar verdim. Bazen bazı kitapları okumak zül geliyor ama yine de okumaya çabalıyorum o tür kitapları. Böyle okuması bana zül gelen kitapları okurken zaman zaman gözlerim satırları takip etse de kitapla paralel bir şekilde kafam başka başka düşüncelere takılır. Yine öyle oldu. Yaklaşık on sayfalık bir sürede kafam dalıp gitmişti. Böyle durumlarda genelde kitapta yaşanan olayları kendimle özdeşleştirdiğimi fark ediyorum ya da böyle bir durumda ne yapacağımı sorguluyorum. Bu durumu fark ettiğim anda on sayfa geriye giderek kaldığım yerden devam ettim. Birkaç saat böyle “flashback”lerle kitap okumaya devam ettim.

Kitap okumaktan yorulunca bir süre evin içinde dolandım durdum. Mutfakta yiyecek abur cubur arıyordum. Bir iki bisküvi biraz çerez arasında tereddüt yaşadıktan sonra mısır patlatmaya karar verdim. Hazır mısır patlatmışken sosyal medyada sürekli “spoiler”ı verilen takip ettiğim dizinin son bölümünü izlemeye karar verdim. Aslında bölümün sonunu sosyal medyadan öğrenmiştim ama bu benim için çok da can sıkan bir durum değildi. Zaten hayat da sonunu baştan söylüyor. Hüseyin Amca sonunun böyle olacağını biliyordu. Buna rağmen yaşadı.  
Akşama doğru karnım acıkmaya başlamıştı. İçim hafif hafif kıyılanıyordu. Mutfağa gittim, dolap ağzına kadar doluydu ama ben bir şeyler hazırlamaya üşeniyordum. En iyisi dışarda yemekti. Hem sabahtan beri dışarı hiç çıkmamıştım ve dışarda çok güzel serin bir yaz akşamı akıp gidiyordu. Banyoda suyu hiçbir zaman istediği sıcaklığa ayarlayamamanın verdiği mutsuzlukla duş aldıktan sonra kendimi sokağa attım. Epey kalabalıktı. İnsanlar çoluk çocuk güzel havanın tadını çıkarıyorlardı. Sürekli gittiğim bir lokantaya oturup az kuru az pilav biraz da cacıkla açlığımı giderdim. Biraz turladıktan sonra yine deniz kenarına gittim. Bir kafeye oturup sade bir türk kahvesi içerken denize bakıp öyle daldım. İş güç nolacaktı, aşk sevda, yaşam, hayatı bir türlü kuramamış olmanın verdiği huzursuzluk hissi. Bir yanda tüm bunları halletsek bile hep bir eksikliğin olacağını bilmenin yarattığı sıkıcılık. Bir süre bunlar kafamda dolandı durdu. Hesabı ödeyip kalktım. Bir süre daha turladım. Yoldan geçen insanların yüzlerine bakıyordum yine. Gençler, yaşlılar, erkekler, kadınlar, çocuklar…. Her yüz farklı bir şeyler anlatıyordu. Hepsinin farklı farklı hayatları, dertleri, sıkıntıları, sevinçleri vardı.

Hava iyice kararmıştı ve zemin günah işlemeye müsaitti. Sürekli gittiğim meyhaneye gittim. Kısa bir selamlaşmanın ardından bir bira söyleyip balkondaki masaya oturdum. Balkondan hafifte olsa deniz görünüyordu. Yemek ve yürüyüşten sonra soğuk bir bira iyi gelmişti. İlk birayı içerken öylece denize baktım. Kafamda yine bir şeyler dolaşıyordu. İkinci ve üçüncü bira da böyle aktı gitti. Yalnız içen insanların kafasında hep bir şeyler vardır zaten. Telefonu kurcalayıp kafamı dağıtmaya çalıştım bir süre. Genel sıkkınlık hali her zaman olduğu gibi yine peşimdeydi. Güzel anların paylaşılması gerektiği gibi sıkıntılı anların da paylaşılması gerekir. Bir iki arkadaşı aradım. Havadan sudan sohbet ve biraz da makaradan sonra telefonu da bıraktım. Beş, bira içerken hüznün sayısıdır. Ve bu kafadayken hüzün tehlikelidir. Aramak istemediğiniz insanları arayabilirsiniz bu saatlerde ve bu aramalarda yapılan konuşmalar hiçbir zaman yaratmak istenilen etkiyi yaratmaz. Her zaman niyet edilen durumun tersi bir etki yaratır. Bu durumun farkında olduğum için telefonu bıraktım ama hüzün devam ediyordu. Yanımda olsaydı mesela, beraber olabilseydik, nerede hata yapmıştık…  Bir iki bira daha içtikten sonra hesabı ödeyip kalktım. Sokakta dolaşıyordum yine, artık kimsenin yüzüne bakmıyordum. Her şey silikleşmiş ve önemsizleşmişti. Yorulduğumu hissedip bir banka oturdum. Sigara yaktım. Sigaradan birkaç nefes aldıktan sonra aklıma Hüseyin Amca geldi. Hüseyin Amca kimdi? Evet, hatırladım Hüseyin Amca’yı. İstanbul’da bahçeli evleri vardı. Küçükken oraya gider Hüseyin Amca’nın oğlu Mert’le oyun oynardık. Hüseyin Amca bize bisiklet kullanmayı öğretmişti. O sırada gözümden birkaç damla yaş süzüldü. Sigaradan son nefesi aldım ve banktan kalkıp eve yürüdüm. Eve gelince bir film açıp izlemeye başladım. Sonlarını hatırlamadığım bir çok film var. Yine film izlerken uyuyakalmıştım.  Ertesi gün sabah annem kalk hadi kahvaltı yapalım diyerek uyandırdı beni.


Not: Fonda Kaan Boşnak- Yorgunum ve Ağrılar (1 saatlik uzun versiyon)çalıyordu.

14 Mayıs 2015 Perşembe

“Lunapark, Jeton ve Mutsuzluk 2” ya da “Pastanede Çalışan Kızın “Aşırı Sıradan” Hikayesi”

Toygar bu iş seni aştı.
O güzel kadınlar, o güzel adamlara binip evlendiler!

Kız meslek lisesi gıda teknolojisi ve gastronomi bölümünden yeni mezun olmuştum. Üniversite sınavına girdiğim ilk yıl istediğim bölüm olan gıda mühendisliğini kazanamamıştım. Bir sonraki sınava girmeme de babam mani olmuştu. Babama göre: “sınava zaten bir kez girmiştim ve kazanabilseydim ilk girişte kazanırdım. Bir daha sınava girmem anlamsızdı. Hem zaten kız kısmının okumuşu çok da makbul değildi.” Yükseköğrenim hayalim suya düşünce hem evde daha az zaman geçirmek hem de annem gibi ev hanımı olmamak adına çalışmaya karar verdim. Babam en azından bu kararımı olumlu karşıladı. Çünkü ev ekonomisine katkım olacaktı. Lisede aldığım eğitimle ilgili bir iş yapmak istiyordum. Aslında hayalim küçük atıştırmalıklar ve ev yapımı yemekler satan butik bir kafe açmaktı. Okuduğum bölümün gastronomi alanı daha çok ilgimi çekiyordu. Çünkü ocağa konulan tavanın ne kadar ısındığını, üzerindeki noktanın renk değiştirmesiyle belli eden “teknolojik tasarımlara” sahip firmalar bizim yerimize her şeyi düşünüyordu. Teknoloji benim işim değildi. Oysa mutfakta olmak öyle miydi? Mutfak her zaman bir kimya laboratuvarı gibi gelirdi bana. Yeni karışımlar deneyip yeni tarifler üretmek ve bunları usulüne uygun bir biçimde servis edip, hakkında eleştirileri dinlemek. Büyük mutluluktu.

Çalışma fikrine babamın sıcak bakmasını biraz garipsemiştim. Bizimkiler taa dedemlerin zamanında köyden göçmüş, büyükşehre yerleşmiş burada kendileri gibi tutunmaya çalışan insanların içinde kendi habitatlarını yaratmış içleri sıcak dünyaları küçük insanlardı. Aslında babam iyi bir adamdı, yufka yürekliydi ama neticede bu habitatın içinde sıkışmış bir adamdı. Bir akşam işten eve geldiğinde: “Melike sana iş buldum, tam sana göre git burada çalış. Buradan başka yerde de olmaz.” dedi. Ben de heyecanla: “nerede iş buldun?” diye sorduğumda, babamdan: “dayıngilin arkadaşı Hamit’in pastanede.” cevabını aldım. Hamit’in ne kadar cimri ve pislik biri olduğunu bilsem de evden uzaklaşmak ve hayalini kurduğum kafeyi açabilmek için bu teklifi kabul ettim.

Pastaneye gittiğim ilk gün Hamit bana: “sen tezgâhta benim yanımda dur, hem siparişleri verirsin hem de kasayı sen kullanırsın.” dedi. Mutfak kısmında çalışmak istesem de mecburen bu durumu kabul ettim. Zaman içinde iyice hızlanmıştım, siparişleri hemen verip kasayı da açık çıkarmadan kullanabiliyordum. İş en çok sabah poğaça/börek almaya gelenlerle yoğunlaşıyordu, bunun dışında genel olarak sakindi. Sabah saatleri dışında pasta ve tatlı almaya gelenler oluyordu. Bu boşluk zamanlarında ben de mutfağa girip o güzel poğaçaları, börekleri, pastaları, tatlıları yapan Selim Abi’yle vakit geçiriyordum. İşin inceliklerini öğreniyordum. Zaman zaman Selim Abi benim pasta yapmama izin veriyordu. İlk pastamı yaptığımda, evet çok güzel olmamıştı, liseye başladığım yıl babamın doğum günümü kutlamak için aldığı pasta gelmişti aklıma. Bizim evde doğum günleri pek kutlanmazdı ve babamın bu sürprizi annemle ikimizi çok şaşırtmıştı.  İnsanların en mutlu anlarının vazgeçilmezi olan pastaları yapmak içimi ferahlatıyor, kendimi iyi hissetmeme sebep oluyordu.

Aynı mahallede büyüdüğüm ve aynı liseye gittiğim birkaç kız arkadaşım dışında pek de çevrem yoktu. Zaten bu kızların birkaçı daha lise bitmeden evlenmiş, geri kalanları da evlilik hazırlığı yapıyorlardı. Oysa benim henüz evlenmeye niyetim yoktu. O kafeyi açmalıydım. En azından kendi paramı kazanmalıydım. Selim Abi ile mutfakta birlikte çalışarak iyi bir arkadaşlık kurduk. İlköğretim dönemimi saymazsak bir erkekle kurduğum ilk arkadaşlıktı bu. Mahalledeki kadınların erkeklerden dert yanan halleri, televizyonlarda gördüğüm şiddet haberlerine rağmen kadınların erkeklerle de iletişim kurabileceği, onlarla da arkadaş olabileceği fikri yeşeriyordu kafamda. Hatta birine aşık olmak, sevgili olmak, ele ele dolaşmak…. Sanırım hayatın bir de bu yönü vardı ama annem ve mahalledeki komşular sürekli “Melike, kız evde kaldın vallahi bak yaşıtlarının hepsi evlendi.” diyorlardı. Hatta annem zaman zaman falancanın oğlu filancanın yeğeni diyerek sürekli bana “kısmet” bulmaya çalışıyordu. “Ben çalışıyorum şimdi bunları düşünecek vaktim yok.” diyerek annemin salvolarını karşılıksız bırakıyordum.

Günlerden bir gün sabah yoğunluğunda içeri gençten bir çocuk girdi. Tezgâhtaki poğaçalara böreklere bakıyordu.  Çocuğa: “Ne arzu edersiniz?” diye sordum. Çocuk bana bakıp bir süre durakladıktan sonra kekeleyerek: “iki tane maydanozlu zeytinli poğaça alabilir miyim?” dedi. Ben siparişini verdikten sonra çıktı gitti. Uzun boylu, esmer, temiz yüzlü, tanıdığım diğer erkeklerden farklı, biraz da yakışıklı bir çocuktu. Sonra bu çocuk ilk günkü gibi her sabah hafif şaşkın bir ifadeyle iki maydanozlu zeytinli poğaçasını alıp hızla pastaneden çıkıyordu. Kimdir, nedir, ne iş yapar? Bu soruların hiçbirinin cevabını bilmiyordum ama çocuğun o her sabahki şaşkın, mahcup tavrı hoşuma da gidiyordu. Diğer yandan annemin “kısmet” arayışları hız kesmeden devam ediyordu. Uzaktan akrabaların birinin oğlu yeni mühendis çıkmış, bizim ilin Tarım İl Müdürlüğü’ne mühendis kadrosuyla atanmış. Şimdi de bu oğlanın anası “helal süt emmiş” evlenilecek bir kız bakıyormuş oğlu için ve anneme de durumu çıtlatmış. Annem de boş durur mu? Mahallenin desti izdivaç sorumlusu, nam salmış çöp çatanı kendi kızı için “kısmet bulamadı” dedirtemezdi. Annem de konuyu babama anlatmış ve babam da durumu onaylamıştı. Hatta istemeye gelme işi için gün bile kesilmişti.

Bu durum üzerine apar topar, tüm karşı çıkışlarıma rağmen babam: “bundan sonra çalışıp çalışmamana kocan karar verir.” diyerek pastanedeki işimden aldı beni. Artık evde isteme gününü bekliyordum. Annemin tüm ısrarlarına rağmen çeyiz hazırlama, “o büyük güne” hazırlanma girişimlerine tepkisiz kalıyor ve hiçbir işe elimi sürmüyordum. Belki pasif bir direnişti benimkisi. Hayatımda ilk kez kendimi özgür hissetmişken şimdi tutsak gibi hissediyordum. Zaman zaman o uzun boylu esmer çocuk aklıma geliyordu. Acaba nasıl biriydi? Onunla da arkadaş olabilir miydim? Belki severdik birbirimizi. Hem illa sevgili olacağız diye bir kural yoktu ki. En azından kendimi anlatabileceğim, derdimi sıkıntımı paylaşabileceğim, hayallerimi anlatıp ondan fikir isteyebileceğim biri olmuş olurdu hayatımda.    


İsteme günü yaklaşmaya başlamıştı. Evde durmak işkence gibi geliyordu. Neyse ki bizimkiler akşamları erken yatardı. Onlar uyuyunca ben de bir yandan kısık seste müzik dinleyip, bir yandan da kitap okurdum. Çok daraldığım bir gece hazır bizimkiler de uyumuşken biraz hava almak için gizlice evden çıktım. Mahallenin aşağısında bulunan lunaparktaki dönme dolabın ışıkları gözüme çarptı ve lunaparkın açık olduğunu düşünerek oraya doğru yürümeye başladım. Lunaparka vardığımda tek tük müşteri kalmıştı çalışanların çoğu bir yandan temizliğe başlamışlardı. Dönme dolaba doğru yürürken ahtapotun olduğu gişede o uzun boylu çocuğu gördüm. Kafası öne eğik müzik dinliyordu. Yanına yaklaşıp: “Merhaba, ben Melike. Sen burada mı çalışıyordun?” dedim.  O da yine pastanedeki şaşkın tavrıyla hafifçe kekeleyerek: “Merhaba, ben Toygar. Evet, burada çalışıyorum. “ dedi. Daha sonra gişeden çıktı ve birlikte lunaparkın içinde sohbet edip dolaşmaya başladık. Biraz heyecanlıydım. O ise biraz daha sakin görünüyordu. Bir süre sonra tüm müşteriler gitmişti. Lunaparkta çalışanlar ve ben kalmıştım. Toygar, bana: “dönme dolaba binmek isteyip, istemediğimi” sordu. Bende: “olur.” dedim. Hemen koşup kendi gişesinden iki bira getirdi. Alkolle pek aram yoktu, birkaç kez Deli Zehra boş derslerde abisinden aşırdığı bir iki birayı okula getirmişti. Sadece onlardan birkaç yudum almıştım ama Toygar’ın ikramını geri çevirmek istemedim. Dönme dolaba bindik, Toygar telefondan Pilli Bebek’ten Fotoğraf isimli şarkıyı açtı. Sevdiğim bir şarkıydı beraber şarkıyı mırıldanıyorduk. Yavaş yavaş dönme dolabın en tepesine yaklaşıyorduk. Gökyüzü çok güzel gözüyordu. O an aklımda açmayı düşlediğim kafe geldi. Neden hayalimi gerçekleştiremeyecektim? O sırada Toygar: “Olur mu?” diye sordu. Ne demek istediğini anlamıştım. Bu durumda olmasaydım belki olurdu. Gerçekten güzel de olabilirdi ama ben sadece: “Olmaz.” diyebildim. Başka hiçbir şey sormadı, söylemedi. Sanki içinde bulunduğum durumu anlamıştı ya da bana öyle geliyordu. En tepedeydik.  İçimden kendimi göğün koynuna bırakmak geçiyordu. Diğer yanda da hayalim. Toygar birasından büyükçe bir yudum aldı ve kendini göğün koynuna bıraktı. Belki o cesurdu, belki de ben.  

20 Nisan 2015 Pazartesi

Lunapark, Jeton ve Mutsuzluk

Toygar’dan ilham alınarak yazıldı.
unutma, sen bir atsın!

Uzun süredir iş arıyordum. İşsiz olarak geçirdiğim dönemlerde kitap okumak, film/dizi izlemek ve bira içmek en çok yaptığım aktivitelerdi. Üniversiteden sonra ailemin yanına dönmek zorunda kaldığım için geldiğim yerde bir çevrem de yoktu artık ve bu aktivitelerle zaman geçirmeye çalışıyordum. Neredeyse zaman içinde mutlak yalnızlık… “Ne iş olsa yaparım.” durumuna geldiğim ve hiç beklemediğim bir anda çok önceden başvurduğum bir iş ilanına istinaden telefonum çaldı. Lunaparktaki oyuncakların önlerinde bulunan gişelerde jeton satmak için eleman arıyorlardı ve beni görüşmeye çağırdılar. Görüşme sonunda işi kabul ettim, gerekli kağıt kürek işlerini hallettikten sonra bir sonraki hafta başında işe başlayacaktım. Lunaparkta çalışma fikri beni çok sevindirmişti. Belki uzun saatler çalışacaktım, alacağım maaş da çok iyi olmayacaktı ama gelen herkesin eğlenip keyif aldığı, kendini mutlu hissettiği bir yerde çalışmak kendimi iyi hissetmemi sağlamıştı.

İlk gün keyifli bir şekilde uyandım işe gitmek için hazırlanıyordum. Lunaparkın bulunduğu yer evden çok uzak değildi ama çok da kullandığım bir güzergah değildi. Yola çıktım. Kahvaltı etmek için yol üstünde gördüğüm bir pastaneden yiyecek bir şeyler almak için yöneldim. İçeri girdim yiyeceklere bakıyordum, tam kıymalı börek isteyecekken kafamı kaldırmamla şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel gözler ile karşı karşıya kaldım. Dağların denize paralelliği ve yeşilin maviyle buluşması geçti o an aklımdan. Hayran hayran bakarken, bu güzelliğin şaşkınlığını yaşarken birden çok düzgün ve naif bir sesle: “Ne arzu edersiniz?” sorusunu işittim pastanede çalışan güzel gözlü kızdan. Tüm o şaşkınlığımla kıymalı börekten vazgeçip “iki tane maydanozlu zeytinli poğaça alabilir miyim?” dedim.  Poğaçaları alıp lunaparka doğru yola koyuldum. Yol boyunca kızın gözleri ses tonu benim şaşkınlığıma hafifçe gülümsemesi aklımdan çıkmıyordu ve bu durumu her iş gününde tekrarlamak için can atıyordum.

Lunaparka geldiğimde ofise geçtim. Patron Müfit Abi, ahtapotun önündeki gişe için beni uygun görmüştü. Sanırım Müfit Abi de bendeki hayata sekiz kolla sarılma isteğini fark etmişti. Bende bunu kabul ettim. Kahvaltımızı bitirdikten sonra herkes kendi gişesine geçti. Bu gişeler küçük kulübelerdi bazı gişelerde hem jeton satılıyor hem de o oyuncağın kontrol paneli bulunuyordu. Aslında iş basitti. Jetonları satıp oyuncağı çalıştırıp durdurmaktan ibaretti ve pek bir yoruculuğu da yoktu. Gün boyu gişede jeton satıp ahtapotu çalıştırıp durdurdum.  Sabah saat 10.00 başlayan mesaimiz; gece 11.00 gibi son müşteriler de çıktıktan sonra kasa teslim edilip, temizlik yapıldıktan sonra gece yarısı gibi bitiyordu. Uzun mesai saatine karşılık iş yorucu değildi.

Uzun süren işsizlik sonunda mesai saatleri uzun olmasına rağmen bu iş kendimi işe yarar hissettiriyordu ve müşterilerin eğlenceli, mutlu halleri beni de keyiflendiriyordu. Ben yine her sabah işe giderken o pastaneye uğrayıp kıymalı börek yerine maydanozlu zeytinli poğaçalardan alıyordum. Pastanedeki kızla iletişimimiz hep sözlü bir alım satım sözleşmesi üzerinden ilerliyordu ve ben bir türlü iletişimimizi bunun dışına çıkaramıyordum. Onu gördüğüm her sabah farklı bir heyecan hissettiğimden olsa gerek kekeliyordum, söylemek istediklerim yerine poğaçalardan bahsediyordum. Günler birbirini izliyordu. Sabah saatlerinde lunapark genelde sessiz olurdu. Öğleden sonra müşteriler gelmeye başlardı. Sabah saatlerinde ve müşterilerin gittiği gece saatlerinde bazen eğlenmek için çalışanlar olarak oyuncaklara biz binerdik ya da sabahları müşteriler gelene kadar herkes kendi gişesinde vakit geçirirdi. Bu rutin işe ilk başladığım zamanlardaki keyfimi yavaş yavaş kaçırır olmuştu. Çünkü lunaparka gelen müşterilerin eğlencesi, mutluluğu bende pek bir şey ifade etmemeye başlamıştı. Mutlu, gülen, eğlenen çiftleri, çocukları, anne-babaları gördükçe pastanedeki kız aklıma geliyordu, ona olan hislerimi ifade edememiş olduğum için kendime kızıyordum.

Bir gün yine müşterilerin gelmesini beklediğim zamanlardan birinde müzik dinliyordum. Gişenin camından öyle boş boş bakarken sekolin gözüme takıldı. Yıllar önce bir gazete kupüründe sekolinle ilgili okuduğum bir haber aklıma gelmişti. Habere göre: şehrin birinde lunapark çalışanları, zaman zaman bizim de yaptığımız gibi, müşteriler gittikten sonra oyuncaklara binmek istemişlerdi. Dairesel dönüşün yarattığı merkezkaç kuvvetinin etkisiyle ilk başta yavaş dönen salıncaklara çalışanların hepsi binmiş ve sekolin hızlandığında oyuncağı kapatacak kimse olmadığı için sabah lunaparka gelen çöpçü tarafından durumun fark edilmesiyle kapatılan oyuncaktan soğuktan donan lunapark çalışanlarının cansız bedenleri çıkarılmıştı. Keyifle binilen sekolinde gülüp eğlenirken “nasıl ineceğiz lan şimdi?” sorusu suratlarda tokat gibi patladığı andaki çaresizliği düşündüm bir süre.  Mutluluğun çaresizliğe dönüşebileceği durumları kafamdan geçirdim. İçimde garip bir hüzün oluşmuştu. Bir süre böyle geçtikten sonra atlıkarıncaya, çarpışan otolara, rollercoastera(hız treni)bakıp çocukluğumu anımsadım. Babamın omuzlarında lunaparka ilk geldiğim zamanları… Hız treninden hep çekindiğim aklıma geldi. Çocukken gittiğimizde bize bahçesinde salıncak kuran annemin anneannesinin ( büyük anneannemin) “Uz duran (uslu duran) çok yaşar.” sözü aklıma geldi. Kendisi hayatı boyunca uslu bir kadındı ve 93 yaşında hala hayatta.

İşe başlayalı 6 ay olmuştu ve bu iş çok sıkıcı olmaya başlamıştı. Henüz başka bir yerden de haber çıkmamıştı. Bu yüzden işten ayrılmak mantıklı gelmiyordu. Çalışmak zorunda olmanın tüm ağırlığını hissediyordum. Sanırım çalışmak zorunda olan herkes böyle hissediyordu. Ailem arkadaşlarım çok keyifli bir işim olduğunu söyleyip duruyorlardı hep. Tam da “içi seni dışı beni yakar durumunu yaşıyordum. “ Müfit Abi bize güzellik yapmıştı gece saat 10’dan sonra müşterilere çaktırmadan ve fazla abartmadan gişede alkol almamıza izin vermişti. Böylece gişede hem işimizi yapıp hem de müzik dinleyip kapanışa kadar 3-4 bira içebiliyorduk. Biraz daha çekilebilir olmuştu iş. Sabahları pastane rutinine akşamları bira rutini eklenmişti. Bazı rutinleri seviyordum. Yine sevdiğim rutinlerden olan maydanozlu zeytinli poğaçalarımı almak için pastaneye girmiştim. Karşımda gençten bir çocuk duruyordu. Selam verdikten sonra güzel gözlü kızı sordum. Çocuk, “abi o arkadaş işi bıraktı.” dedi. O an denize paralel uzanan dağlar tüm yeşiliyle birlikte denize gömüldüler ve gözden kayboldular. Çocuğa; "o zaman sen bana kıymalı börek sar.” dedim. Yol boyunca kızı düşündüm. Adını bile öğrenememiştim. Zihnimde resmettiğim gülen yüzlü güzel gözlü kızın bu resmin dışında hakkında hiçbir şey bilmiyordum.


İşin iyice sıkıcılaşmasının yanına bir de kızın gidişi eklenmişti. “bir daha görsem içimi döksem, acaba bir daha görebilir miyim?” sürekli bu düşünce zihnimi kurcalıyordu. Yine kafamda bu düşüncelerin olduğu bir akşam gişede müzik dinleyip bira içerken o sesi duydum. “Merhaba, ben Melike. Sen burada mı çalışıyordun?” Kafamı kaldırdığımda dağların tüm yeşiliyle denizden çıkışını gördüm. İlk an sarhoş olduğumu düşünüp hayal görüyorum sandım, hemen kendimi toplayıp kekeleyerek; “Merhaba, ben Toygar. Evet, burada çalışıyorum. “ diyebildim. Hemen iş arkadaşlarımdan birine yerime bakmasını söyledim. Melikeyle parkın içinde dolaşıyorduk. Bir yandan sohbet etmeye başlamıştık ve ben şaşkınlığımı üzerimden atmıştım. Müşteriler artık gitmişti. Parkta sadece biz çalışanlar ve Melike vardı. Dönme dolaba binmek isteyip istemeyeceğini sordum. O da binelim dedi. Kendi gişemden, kalan son iki birayı da alarak birlikte dönme dolaba bindik. Telefondan Pilli Bebek’ten Fotoğraf parçası çalıyordu. Bir yandan birlikte şarkıyı söylüyor bir yandan da biralarımızı yudumluyorduk. Yavaş yavaş en tepeye doğru geliyorduk. “Olur mu?” diye sordum. “Olmaz.” diye yanıtladı. Neden, niçin sormadım. Sadece şarkıyı dinledim. Gökyüzü sınırsız uçsuz bucaksız geliyordu. En tepedeydik. O an “ömrümün en mutlu anı sevdiğim kadına şarkı söylerken olacak ve o zaman ölmeyi en çok istediğim zaman olacak.” dediğim aklıma düştü. Son yudumu da aldım biradan. Göğün koynuna bıraktım kendimi.

7 Nisan 2015 Salı

gerçek hayatta ne işimize yarayacak bu diye bir çok konuyu kaçırmış, dinlememiştim lisede. bunlardan biri de eşitsizliklerdi. keşke daha iyi öğrenseydim eşitsizlikleri. doğru hamleyi yapabilmek için bir nokta ya da zamanda bir aralık çıkarırdım, ona göre davranırdım. tüm denklemi sıfıra eşitleyip kendimi bulurdum belki de. ben irrasyonel sayıları severdim, kesirli karşılıkları olurdu onların. hayatın hep irrasyonal bir yanı olduğunu düşündüğümden belki de. ben arttırmaya çalıştıkça. bizi bölebilmek için ters çevirip çarptı hep hayat. belki de içimizin dışa yansımış olması bundandı. problem çözmeyi severdim ama o konunun üstünde de yeterince durmamışım ki çözdüklerimden çok problem çıkarmaya başladım. kartezyen çarpımını hiç sevmedim. türlü korelasyonları denkleme oturtma noktasında hep bir başlangıç sabiti olmasını istedim, bu sabit her zaman yoktu ya da ben bulamıyordum. olasılıkları da yanlış hesapladım, kombinasyonları da. neme lazım demeyip biraz daha öğrenseydim keşke. belki her şey daha farklı olurdu.

18 Şubat 2015 Çarşamba

temizler mi tüm pislikleri
birbirine değmeden lapa lapa yağan kar taneleri?

varsın temizlemesin
çünkü ben yarı sıcak odamda
kahvem, sigaram ve kitaplarımla
ve sevdiklerimin
ve beni sevenlerin düşüyle
tüm pisliğe, irine,
ve katran karasına rağmen
az da olsa mesudum.

varsın temizlemesin
çünkü bir sarmaşık misali
tutundukça bu betondan dünyada
küstahlığa, zorbalığa ve ölüme
ve güzel olanın yitimine
ve içimde biriken sonsuz öfkeye rağmen
yeniden yeniden yeşeriyor
çocuksu umudum

13 Ocak 2015 Salı

bağzı kadınlar

çok konuşur az anlatırım ben
hele hele iki tek attım mı
böyle hallerime çok kızar annem, ama
bağzı kadınlar gerçekten sabırlı

dertlenip sıkılırım ara sıra
özlediysem bir de güzel anları
tam çaprazımdadır kardeşim, ama
bağzı kadınlar gerçekten yanımda

kitapları koklarım bazen
güzel kokan kitaplar iyi romanlar olur hep
o an sen düşersin aklıma kurgusuz gerçek, ama
bağzı kadınlar gerçekten gerçek

şimdi köpoğluyla devam edelim
sonra şakşukaya döneriz.
hayat dediğin iki fırtta bitiyor zaten, ama
bağzı kadınlar gerçekten güzel