Toygar’dan ilham alınarak yazıldı.
unutma, sen bir atsın!
unutma, sen bir atsın!
Uzun süredir iş arıyordum. İşsiz olarak geçirdiğim
dönemlerde kitap okumak, film/dizi izlemek ve bira içmek en çok yaptığım
aktivitelerdi. Üniversiteden sonra ailemin yanına dönmek zorunda kaldığım için geldiğim
yerde bir çevrem de yoktu artık ve bu aktivitelerle zaman geçirmeye
çalışıyordum. Neredeyse zaman içinde mutlak yalnızlık… “Ne iş olsa yaparım.” durumuna
geldiğim ve hiç beklemediğim bir anda çok önceden başvurduğum bir iş ilanına
istinaden telefonum çaldı. Lunaparktaki oyuncakların önlerinde bulunan
gişelerde jeton satmak için eleman arıyorlardı ve beni görüşmeye çağırdılar. Görüşme
sonunda işi kabul ettim, gerekli kağıt kürek işlerini hallettikten sonra bir
sonraki hafta başında işe başlayacaktım. Lunaparkta çalışma fikri beni çok
sevindirmişti. Belki uzun saatler çalışacaktım, alacağım maaş da çok iyi olmayacaktı
ama gelen herkesin eğlenip keyif aldığı, kendini mutlu hissettiği bir yerde
çalışmak kendimi iyi hissetmemi sağlamıştı.
İlk gün keyifli bir şekilde uyandım işe gitmek için
hazırlanıyordum. Lunaparkın bulunduğu yer evden çok uzak değildi ama çok da
kullandığım bir güzergah değildi. Yola çıktım. Kahvaltı etmek için yol üstünde
gördüğüm bir pastaneden yiyecek bir şeyler almak için yöneldim. İçeri girdim
yiyeceklere bakıyordum, tam kıymalı börek isteyecekken kafamı kaldırmamla
şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel gözler ile karşı karşıya kaldım. Dağların
denize paralelliği ve yeşilin maviyle buluşması geçti o an aklımdan. Hayran hayran
bakarken, bu güzelliğin şaşkınlığını yaşarken birden çok düzgün ve naif bir
sesle: “Ne arzu edersiniz?” sorusunu işittim pastanede çalışan güzel gözlü
kızdan. Tüm o şaşkınlığımla kıymalı börekten vazgeçip “iki tane maydanozlu
zeytinli poğaça alabilir miyim?” dedim. Poğaçaları
alıp lunaparka doğru yola koyuldum. Yol boyunca kızın gözleri ses tonu benim
şaşkınlığıma hafifçe gülümsemesi aklımdan çıkmıyordu ve bu durumu her iş
gününde tekrarlamak için can atıyordum.
Lunaparka geldiğimde ofise geçtim. Patron Müfit Abi,
ahtapotun önündeki gişe için beni uygun görmüştü. Sanırım Müfit Abi de bendeki
hayata sekiz kolla sarılma isteğini fark etmişti. Bende bunu kabul ettim. Kahvaltımızı
bitirdikten sonra herkes kendi gişesine geçti. Bu gişeler küçük kulübelerdi bazı
gişelerde hem jeton satılıyor hem de o oyuncağın kontrol paneli bulunuyordu. Aslında
iş basitti. Jetonları satıp oyuncağı çalıştırıp durdurmaktan ibaretti ve pek
bir yoruculuğu da yoktu. Gün boyu gişede jeton satıp ahtapotu çalıştırıp
durdurdum. Sabah saat 10.00 başlayan
mesaimiz; gece 11.00 gibi son müşteriler de çıktıktan sonra kasa teslim edilip,
temizlik yapıldıktan sonra gece yarısı gibi bitiyordu. Uzun mesai saatine
karşılık iş yorucu değildi.
Uzun süren işsizlik sonunda mesai saatleri uzun olmasına rağmen bu iş kendimi işe yarar hissettiriyordu ve müşterilerin eğlenceli, mutlu halleri beni de keyiflendiriyordu. Ben yine her sabah işe giderken o pastaneye uğrayıp kıymalı börek yerine maydanozlu zeytinli poğaçalardan alıyordum. Pastanedeki kızla iletişimimiz hep sözlü bir alım satım sözleşmesi üzerinden ilerliyordu ve ben bir türlü iletişimimizi bunun dışına çıkaramıyordum. Onu gördüğüm her sabah farklı bir heyecan hissettiğimden olsa gerek kekeliyordum, söylemek istediklerim yerine poğaçalardan bahsediyordum. Günler birbirini izliyordu. Sabah saatlerinde lunapark genelde sessiz olurdu. Öğleden sonra müşteriler gelmeye başlardı. Sabah saatlerinde ve müşterilerin gittiği gece saatlerinde bazen eğlenmek için çalışanlar olarak oyuncaklara biz binerdik ya da sabahları müşteriler gelene kadar herkes kendi gişesinde vakit geçirirdi. Bu rutin işe ilk başladığım zamanlardaki keyfimi yavaş yavaş kaçırır olmuştu. Çünkü lunaparka gelen müşterilerin eğlencesi, mutluluğu bende pek bir şey ifade etmemeye başlamıştı. Mutlu, gülen, eğlenen çiftleri, çocukları, anne-babaları gördükçe pastanedeki kız aklıma geliyordu, ona olan hislerimi ifade edememiş olduğum için kendime kızıyordum.
Bir gün yine müşterilerin gelmesini beklediğim zamanlardan birinde müzik dinliyordum. Gişenin camından öyle boş boş bakarken sekolin gözüme takıldı. Yıllar önce bir gazete kupüründe sekolinle ilgili okuduğum bir haber aklıma gelmişti. Habere göre: şehrin birinde lunapark çalışanları, zaman zaman bizim de yaptığımız gibi, müşteriler gittikten sonra oyuncaklara binmek istemişlerdi. Dairesel dönüşün yarattığı merkezkaç kuvvetinin etkisiyle ilk başta yavaş dönen salıncaklara çalışanların hepsi binmiş ve sekolin hızlandığında oyuncağı kapatacak kimse olmadığı için sabah lunaparka gelen çöpçü tarafından durumun fark edilmesiyle kapatılan oyuncaktan soğuktan donan lunapark çalışanlarının cansız bedenleri çıkarılmıştı. Keyifle binilen sekolinde gülüp eğlenirken “nasıl ineceğiz lan şimdi?” sorusu suratlarda tokat gibi patladığı andaki çaresizliği düşündüm bir süre. Mutluluğun çaresizliğe dönüşebileceği durumları kafamdan geçirdim. İçimde garip bir hüzün oluşmuştu. Bir süre böyle geçtikten sonra atlıkarıncaya, çarpışan otolara, rollercoastera(hız treni)bakıp çocukluğumu anımsadım. Babamın omuzlarında lunaparka ilk geldiğim zamanları… Hız treninden hep çekindiğim aklıma geldi. Çocukken gittiğimizde bize bahçesinde salıncak kuran annemin anneannesinin ( büyük anneannemin) “Uz duran (uslu duran) çok yaşar.” sözü aklıma geldi. Kendisi hayatı boyunca uslu bir kadındı ve 93 yaşında hala hayatta.
Uzun süren işsizlik sonunda mesai saatleri uzun olmasına rağmen bu iş kendimi işe yarar hissettiriyordu ve müşterilerin eğlenceli, mutlu halleri beni de keyiflendiriyordu. Ben yine her sabah işe giderken o pastaneye uğrayıp kıymalı börek yerine maydanozlu zeytinli poğaçalardan alıyordum. Pastanedeki kızla iletişimimiz hep sözlü bir alım satım sözleşmesi üzerinden ilerliyordu ve ben bir türlü iletişimimizi bunun dışına çıkaramıyordum. Onu gördüğüm her sabah farklı bir heyecan hissettiğimden olsa gerek kekeliyordum, söylemek istediklerim yerine poğaçalardan bahsediyordum. Günler birbirini izliyordu. Sabah saatlerinde lunapark genelde sessiz olurdu. Öğleden sonra müşteriler gelmeye başlardı. Sabah saatlerinde ve müşterilerin gittiği gece saatlerinde bazen eğlenmek için çalışanlar olarak oyuncaklara biz binerdik ya da sabahları müşteriler gelene kadar herkes kendi gişesinde vakit geçirirdi. Bu rutin işe ilk başladığım zamanlardaki keyfimi yavaş yavaş kaçırır olmuştu. Çünkü lunaparka gelen müşterilerin eğlencesi, mutluluğu bende pek bir şey ifade etmemeye başlamıştı. Mutlu, gülen, eğlenen çiftleri, çocukları, anne-babaları gördükçe pastanedeki kız aklıma geliyordu, ona olan hislerimi ifade edememiş olduğum için kendime kızıyordum.
Bir gün yine müşterilerin gelmesini beklediğim zamanlardan birinde müzik dinliyordum. Gişenin camından öyle boş boş bakarken sekolin gözüme takıldı. Yıllar önce bir gazete kupüründe sekolinle ilgili okuduğum bir haber aklıma gelmişti. Habere göre: şehrin birinde lunapark çalışanları, zaman zaman bizim de yaptığımız gibi, müşteriler gittikten sonra oyuncaklara binmek istemişlerdi. Dairesel dönüşün yarattığı merkezkaç kuvvetinin etkisiyle ilk başta yavaş dönen salıncaklara çalışanların hepsi binmiş ve sekolin hızlandığında oyuncağı kapatacak kimse olmadığı için sabah lunaparka gelen çöpçü tarafından durumun fark edilmesiyle kapatılan oyuncaktan soğuktan donan lunapark çalışanlarının cansız bedenleri çıkarılmıştı. Keyifle binilen sekolinde gülüp eğlenirken “nasıl ineceğiz lan şimdi?” sorusu suratlarda tokat gibi patladığı andaki çaresizliği düşündüm bir süre. Mutluluğun çaresizliğe dönüşebileceği durumları kafamdan geçirdim. İçimde garip bir hüzün oluşmuştu. Bir süre böyle geçtikten sonra atlıkarıncaya, çarpışan otolara, rollercoastera(hız treni)bakıp çocukluğumu anımsadım. Babamın omuzlarında lunaparka ilk geldiğim zamanları… Hız treninden hep çekindiğim aklıma geldi. Çocukken gittiğimizde bize bahçesinde salıncak kuran annemin anneannesinin ( büyük anneannemin) “Uz duran (uslu duran) çok yaşar.” sözü aklıma geldi. Kendisi hayatı boyunca uslu bir kadındı ve 93 yaşında hala hayatta.
İşe başlayalı 6 ay olmuştu ve bu iş çok sıkıcı olmaya
başlamıştı. Henüz başka bir yerden de haber çıkmamıştı. Bu yüzden işten
ayrılmak mantıklı gelmiyordu. Çalışmak zorunda olmanın tüm ağırlığını
hissediyordum. Sanırım çalışmak zorunda olan herkes böyle hissediyordu. Ailem
arkadaşlarım çok keyifli bir işim olduğunu söyleyip duruyorlardı hep. Tam da “içi
seni dışı beni yakar durumunu yaşıyordum. “ Müfit Abi bize güzellik yapmıştı
gece saat 10’dan sonra müşterilere çaktırmadan ve fazla abartmadan gişede alkol
almamıza izin vermişti. Böylece gişede hem işimizi yapıp hem de müzik dinleyip
kapanışa kadar 3-4 bira içebiliyorduk. Biraz daha çekilebilir olmuştu iş. Sabahları
pastane rutinine akşamları bira rutini eklenmişti. Bazı rutinleri seviyordum. Yine
sevdiğim rutinlerden olan maydanozlu zeytinli poğaçalarımı almak için pastaneye
girmiştim. Karşımda gençten bir çocuk duruyordu. Selam verdikten sonra güzel
gözlü kızı sordum. Çocuk, “abi o arkadaş işi bıraktı.” dedi. O an denize
paralel uzanan dağlar tüm yeşiliyle birlikte denize gömüldüler ve gözden
kayboldular. Çocuğa; "o zaman sen bana kıymalı börek sar.” dedim. Yol boyunca
kızı düşündüm. Adını bile öğrenememiştim. Zihnimde resmettiğim gülen yüzlü
güzel gözlü kızın bu resmin dışında hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
İşin iyice sıkıcılaşmasının yanına bir de kızın gidişi
eklenmişti. “bir daha görsem içimi döksem, acaba bir daha görebilir miyim?”
sürekli bu düşünce zihnimi kurcalıyordu. Yine kafamda bu düşüncelerin olduğu
bir akşam gişede müzik dinleyip bira içerken o sesi duydum. “Merhaba, ben
Melike. Sen burada mı çalışıyordun?” Kafamı kaldırdığımda dağların tüm
yeşiliyle denizden çıkışını gördüm. İlk an sarhoş olduğumu düşünüp hayal
görüyorum sandım, hemen kendimi toplayıp kekeleyerek; “Merhaba, ben Toygar. Evet,
burada çalışıyorum. “ diyebildim. Hemen iş arkadaşlarımdan birine yerime
bakmasını söyledim. Melikeyle parkın içinde dolaşıyorduk. Bir yandan sohbet
etmeye başlamıştık ve ben şaşkınlığımı üzerimden atmıştım. Müşteriler artık
gitmişti. Parkta sadece biz çalışanlar ve Melike vardı. Dönme dolaba binmek
isteyip istemeyeceğini sordum. O da binelim dedi. Kendi gişemden, kalan son iki
birayı da alarak birlikte dönme dolaba bindik. Telefondan Pilli Bebek’ten
Fotoğraf parçası çalıyordu. Bir yandan birlikte şarkıyı söylüyor bir yandan da
biralarımızı yudumluyorduk. Yavaş yavaş en tepeye doğru geliyorduk. “Olur mu?”
diye sordum. “Olmaz.” diye yanıtladı. Neden, niçin sormadım. Sadece şarkıyı
dinledim. Gökyüzü sınırsız uçsuz bucaksız geliyordu. En tepedeydik. O an “ömrümün en
mutlu anı sevdiğim kadına şarkı söylerken olacak ve o zaman ölmeyi en çok
istediğim zaman olacak.” dediğim aklıma düştü. Son yudumu da aldım
biradan. Göğün koynuna bıraktım kendimi.