20 Nisan 2015 Pazartesi

Lunapark, Jeton ve Mutsuzluk

Toygar’dan ilham alınarak yazıldı.
unutma, sen bir atsın!

Uzun süredir iş arıyordum. İşsiz olarak geçirdiğim dönemlerde kitap okumak, film/dizi izlemek ve bira içmek en çok yaptığım aktivitelerdi. Üniversiteden sonra ailemin yanına dönmek zorunda kaldığım için geldiğim yerde bir çevrem de yoktu artık ve bu aktivitelerle zaman geçirmeye çalışıyordum. Neredeyse zaman içinde mutlak yalnızlık… “Ne iş olsa yaparım.” durumuna geldiğim ve hiç beklemediğim bir anda çok önceden başvurduğum bir iş ilanına istinaden telefonum çaldı. Lunaparktaki oyuncakların önlerinde bulunan gişelerde jeton satmak için eleman arıyorlardı ve beni görüşmeye çağırdılar. Görüşme sonunda işi kabul ettim, gerekli kağıt kürek işlerini hallettikten sonra bir sonraki hafta başında işe başlayacaktım. Lunaparkta çalışma fikri beni çok sevindirmişti. Belki uzun saatler çalışacaktım, alacağım maaş da çok iyi olmayacaktı ama gelen herkesin eğlenip keyif aldığı, kendini mutlu hissettiği bir yerde çalışmak kendimi iyi hissetmemi sağlamıştı.

İlk gün keyifli bir şekilde uyandım işe gitmek için hazırlanıyordum. Lunaparkın bulunduğu yer evden çok uzak değildi ama çok da kullandığım bir güzergah değildi. Yola çıktım. Kahvaltı etmek için yol üstünde gördüğüm bir pastaneden yiyecek bir şeyler almak için yöneldim. İçeri girdim yiyeceklere bakıyordum, tam kıymalı börek isteyecekken kafamı kaldırmamla şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel gözler ile karşı karşıya kaldım. Dağların denize paralelliği ve yeşilin maviyle buluşması geçti o an aklımdan. Hayran hayran bakarken, bu güzelliğin şaşkınlığını yaşarken birden çok düzgün ve naif bir sesle: “Ne arzu edersiniz?” sorusunu işittim pastanede çalışan güzel gözlü kızdan. Tüm o şaşkınlığımla kıymalı börekten vazgeçip “iki tane maydanozlu zeytinli poğaça alabilir miyim?” dedim.  Poğaçaları alıp lunaparka doğru yola koyuldum. Yol boyunca kızın gözleri ses tonu benim şaşkınlığıma hafifçe gülümsemesi aklımdan çıkmıyordu ve bu durumu her iş gününde tekrarlamak için can atıyordum.

Lunaparka geldiğimde ofise geçtim. Patron Müfit Abi, ahtapotun önündeki gişe için beni uygun görmüştü. Sanırım Müfit Abi de bendeki hayata sekiz kolla sarılma isteğini fark etmişti. Bende bunu kabul ettim. Kahvaltımızı bitirdikten sonra herkes kendi gişesine geçti. Bu gişeler küçük kulübelerdi bazı gişelerde hem jeton satılıyor hem de o oyuncağın kontrol paneli bulunuyordu. Aslında iş basitti. Jetonları satıp oyuncağı çalıştırıp durdurmaktan ibaretti ve pek bir yoruculuğu da yoktu. Gün boyu gişede jeton satıp ahtapotu çalıştırıp durdurdum.  Sabah saat 10.00 başlayan mesaimiz; gece 11.00 gibi son müşteriler de çıktıktan sonra kasa teslim edilip, temizlik yapıldıktan sonra gece yarısı gibi bitiyordu. Uzun mesai saatine karşılık iş yorucu değildi.

Uzun süren işsizlik sonunda mesai saatleri uzun olmasına rağmen bu iş kendimi işe yarar hissettiriyordu ve müşterilerin eğlenceli, mutlu halleri beni de keyiflendiriyordu. Ben yine her sabah işe giderken o pastaneye uğrayıp kıymalı börek yerine maydanozlu zeytinli poğaçalardan alıyordum. Pastanedeki kızla iletişimimiz hep sözlü bir alım satım sözleşmesi üzerinden ilerliyordu ve ben bir türlü iletişimimizi bunun dışına çıkaramıyordum. Onu gördüğüm her sabah farklı bir heyecan hissettiğimden olsa gerek kekeliyordum, söylemek istediklerim yerine poğaçalardan bahsediyordum. Günler birbirini izliyordu. Sabah saatlerinde lunapark genelde sessiz olurdu. Öğleden sonra müşteriler gelmeye başlardı. Sabah saatlerinde ve müşterilerin gittiği gece saatlerinde bazen eğlenmek için çalışanlar olarak oyuncaklara biz binerdik ya da sabahları müşteriler gelene kadar herkes kendi gişesinde vakit geçirirdi. Bu rutin işe ilk başladığım zamanlardaki keyfimi yavaş yavaş kaçırır olmuştu. Çünkü lunaparka gelen müşterilerin eğlencesi, mutluluğu bende pek bir şey ifade etmemeye başlamıştı. Mutlu, gülen, eğlenen çiftleri, çocukları, anne-babaları gördükçe pastanedeki kız aklıma geliyordu, ona olan hislerimi ifade edememiş olduğum için kendime kızıyordum.

Bir gün yine müşterilerin gelmesini beklediğim zamanlardan birinde müzik dinliyordum. Gişenin camından öyle boş boş bakarken sekolin gözüme takıldı. Yıllar önce bir gazete kupüründe sekolinle ilgili okuduğum bir haber aklıma gelmişti. Habere göre: şehrin birinde lunapark çalışanları, zaman zaman bizim de yaptığımız gibi, müşteriler gittikten sonra oyuncaklara binmek istemişlerdi. Dairesel dönüşün yarattığı merkezkaç kuvvetinin etkisiyle ilk başta yavaş dönen salıncaklara çalışanların hepsi binmiş ve sekolin hızlandığında oyuncağı kapatacak kimse olmadığı için sabah lunaparka gelen çöpçü tarafından durumun fark edilmesiyle kapatılan oyuncaktan soğuktan donan lunapark çalışanlarının cansız bedenleri çıkarılmıştı. Keyifle binilen sekolinde gülüp eğlenirken “nasıl ineceğiz lan şimdi?” sorusu suratlarda tokat gibi patladığı andaki çaresizliği düşündüm bir süre.  Mutluluğun çaresizliğe dönüşebileceği durumları kafamdan geçirdim. İçimde garip bir hüzün oluşmuştu. Bir süre böyle geçtikten sonra atlıkarıncaya, çarpışan otolara, rollercoastera(hız treni)bakıp çocukluğumu anımsadım. Babamın omuzlarında lunaparka ilk geldiğim zamanları… Hız treninden hep çekindiğim aklıma geldi. Çocukken gittiğimizde bize bahçesinde salıncak kuran annemin anneannesinin ( büyük anneannemin) “Uz duran (uslu duran) çok yaşar.” sözü aklıma geldi. Kendisi hayatı boyunca uslu bir kadındı ve 93 yaşında hala hayatta.

İşe başlayalı 6 ay olmuştu ve bu iş çok sıkıcı olmaya başlamıştı. Henüz başka bir yerden de haber çıkmamıştı. Bu yüzden işten ayrılmak mantıklı gelmiyordu. Çalışmak zorunda olmanın tüm ağırlığını hissediyordum. Sanırım çalışmak zorunda olan herkes böyle hissediyordu. Ailem arkadaşlarım çok keyifli bir işim olduğunu söyleyip duruyorlardı hep. Tam da “içi seni dışı beni yakar durumunu yaşıyordum. “ Müfit Abi bize güzellik yapmıştı gece saat 10’dan sonra müşterilere çaktırmadan ve fazla abartmadan gişede alkol almamıza izin vermişti. Böylece gişede hem işimizi yapıp hem de müzik dinleyip kapanışa kadar 3-4 bira içebiliyorduk. Biraz daha çekilebilir olmuştu iş. Sabahları pastane rutinine akşamları bira rutini eklenmişti. Bazı rutinleri seviyordum. Yine sevdiğim rutinlerden olan maydanozlu zeytinli poğaçalarımı almak için pastaneye girmiştim. Karşımda gençten bir çocuk duruyordu. Selam verdikten sonra güzel gözlü kızı sordum. Çocuk, “abi o arkadaş işi bıraktı.” dedi. O an denize paralel uzanan dağlar tüm yeşiliyle birlikte denize gömüldüler ve gözden kayboldular. Çocuğa; "o zaman sen bana kıymalı börek sar.” dedim. Yol boyunca kızı düşündüm. Adını bile öğrenememiştim. Zihnimde resmettiğim gülen yüzlü güzel gözlü kızın bu resmin dışında hakkında hiçbir şey bilmiyordum.


İşin iyice sıkıcılaşmasının yanına bir de kızın gidişi eklenmişti. “bir daha görsem içimi döksem, acaba bir daha görebilir miyim?” sürekli bu düşünce zihnimi kurcalıyordu. Yine kafamda bu düşüncelerin olduğu bir akşam gişede müzik dinleyip bira içerken o sesi duydum. “Merhaba, ben Melike. Sen burada mı çalışıyordun?” Kafamı kaldırdığımda dağların tüm yeşiliyle denizden çıkışını gördüm. İlk an sarhoş olduğumu düşünüp hayal görüyorum sandım, hemen kendimi toplayıp kekeleyerek; “Merhaba, ben Toygar. Evet, burada çalışıyorum. “ diyebildim. Hemen iş arkadaşlarımdan birine yerime bakmasını söyledim. Melikeyle parkın içinde dolaşıyorduk. Bir yandan sohbet etmeye başlamıştık ve ben şaşkınlığımı üzerimden atmıştım. Müşteriler artık gitmişti. Parkta sadece biz çalışanlar ve Melike vardı. Dönme dolaba binmek isteyip istemeyeceğini sordum. O da binelim dedi. Kendi gişemden, kalan son iki birayı da alarak birlikte dönme dolaba bindik. Telefondan Pilli Bebek’ten Fotoğraf parçası çalıyordu. Bir yandan birlikte şarkıyı söylüyor bir yandan da biralarımızı yudumluyorduk. Yavaş yavaş en tepeye doğru geliyorduk. “Olur mu?” diye sordum. “Olmaz.” diye yanıtladı. Neden, niçin sormadım. Sadece şarkıyı dinledim. Gökyüzü sınırsız uçsuz bucaksız geliyordu. En tepedeydik. O an “ömrümün en mutlu anı sevdiğim kadına şarkı söylerken olacak ve o zaman ölmeyi en çok istediğim zaman olacak.” dediğim aklıma düştü. Son yudumu da aldım biradan. Göğün koynuna bıraktım kendimi.

7 Nisan 2015 Salı

gerçek hayatta ne işimize yarayacak bu diye bir çok konuyu kaçırmış, dinlememiştim lisede. bunlardan biri de eşitsizliklerdi. keşke daha iyi öğrenseydim eşitsizlikleri. doğru hamleyi yapabilmek için bir nokta ya da zamanda bir aralık çıkarırdım, ona göre davranırdım. tüm denklemi sıfıra eşitleyip kendimi bulurdum belki de. ben irrasyonel sayıları severdim, kesirli karşılıkları olurdu onların. hayatın hep irrasyonal bir yanı olduğunu düşündüğümden belki de. ben arttırmaya çalıştıkça. bizi bölebilmek için ters çevirip çarptı hep hayat. belki de içimizin dışa yansımış olması bundandı. problem çözmeyi severdim ama o konunun üstünde de yeterince durmamışım ki çözdüklerimden çok problem çıkarmaya başladım. kartezyen çarpımını hiç sevmedim. türlü korelasyonları denkleme oturtma noktasında hep bir başlangıç sabiti olmasını istedim, bu sabit her zaman yoktu ya da ben bulamıyordum. olasılıkları da yanlış hesapladım, kombinasyonları da. neme lazım demeyip biraz daha öğrenseydim keşke. belki her şey daha farklı olurdu.