14 Mayıs 2015 Perşembe

“Lunapark, Jeton ve Mutsuzluk 2” ya da “Pastanede Çalışan Kızın “Aşırı Sıradan” Hikayesi”

Toygar bu iş seni aştı.
O güzel kadınlar, o güzel adamlara binip evlendiler!

Kız meslek lisesi gıda teknolojisi ve gastronomi bölümünden yeni mezun olmuştum. Üniversite sınavına girdiğim ilk yıl istediğim bölüm olan gıda mühendisliğini kazanamamıştım. Bir sonraki sınava girmeme de babam mani olmuştu. Babama göre: “sınava zaten bir kez girmiştim ve kazanabilseydim ilk girişte kazanırdım. Bir daha sınava girmem anlamsızdı. Hem zaten kız kısmının okumuşu çok da makbul değildi.” Yükseköğrenim hayalim suya düşünce hem evde daha az zaman geçirmek hem de annem gibi ev hanımı olmamak adına çalışmaya karar verdim. Babam en azından bu kararımı olumlu karşıladı. Çünkü ev ekonomisine katkım olacaktı. Lisede aldığım eğitimle ilgili bir iş yapmak istiyordum. Aslında hayalim küçük atıştırmalıklar ve ev yapımı yemekler satan butik bir kafe açmaktı. Okuduğum bölümün gastronomi alanı daha çok ilgimi çekiyordu. Çünkü ocağa konulan tavanın ne kadar ısındığını, üzerindeki noktanın renk değiştirmesiyle belli eden “teknolojik tasarımlara” sahip firmalar bizim yerimize her şeyi düşünüyordu. Teknoloji benim işim değildi. Oysa mutfakta olmak öyle miydi? Mutfak her zaman bir kimya laboratuvarı gibi gelirdi bana. Yeni karışımlar deneyip yeni tarifler üretmek ve bunları usulüne uygun bir biçimde servis edip, hakkında eleştirileri dinlemek. Büyük mutluluktu.

Çalışma fikrine babamın sıcak bakmasını biraz garipsemiştim. Bizimkiler taa dedemlerin zamanında köyden göçmüş, büyükşehre yerleşmiş burada kendileri gibi tutunmaya çalışan insanların içinde kendi habitatlarını yaratmış içleri sıcak dünyaları küçük insanlardı. Aslında babam iyi bir adamdı, yufka yürekliydi ama neticede bu habitatın içinde sıkışmış bir adamdı. Bir akşam işten eve geldiğinde: “Melike sana iş buldum, tam sana göre git burada çalış. Buradan başka yerde de olmaz.” dedi. Ben de heyecanla: “nerede iş buldun?” diye sorduğumda, babamdan: “dayıngilin arkadaşı Hamit’in pastanede.” cevabını aldım. Hamit’in ne kadar cimri ve pislik biri olduğunu bilsem de evden uzaklaşmak ve hayalini kurduğum kafeyi açabilmek için bu teklifi kabul ettim.

Pastaneye gittiğim ilk gün Hamit bana: “sen tezgâhta benim yanımda dur, hem siparişleri verirsin hem de kasayı sen kullanırsın.” dedi. Mutfak kısmında çalışmak istesem de mecburen bu durumu kabul ettim. Zaman içinde iyice hızlanmıştım, siparişleri hemen verip kasayı da açık çıkarmadan kullanabiliyordum. İş en çok sabah poğaça/börek almaya gelenlerle yoğunlaşıyordu, bunun dışında genel olarak sakindi. Sabah saatleri dışında pasta ve tatlı almaya gelenler oluyordu. Bu boşluk zamanlarında ben de mutfağa girip o güzel poğaçaları, börekleri, pastaları, tatlıları yapan Selim Abi’yle vakit geçiriyordum. İşin inceliklerini öğreniyordum. Zaman zaman Selim Abi benim pasta yapmama izin veriyordu. İlk pastamı yaptığımda, evet çok güzel olmamıştı, liseye başladığım yıl babamın doğum günümü kutlamak için aldığı pasta gelmişti aklıma. Bizim evde doğum günleri pek kutlanmazdı ve babamın bu sürprizi annemle ikimizi çok şaşırtmıştı.  İnsanların en mutlu anlarının vazgeçilmezi olan pastaları yapmak içimi ferahlatıyor, kendimi iyi hissetmeme sebep oluyordu.

Aynı mahallede büyüdüğüm ve aynı liseye gittiğim birkaç kız arkadaşım dışında pek de çevrem yoktu. Zaten bu kızların birkaçı daha lise bitmeden evlenmiş, geri kalanları da evlilik hazırlığı yapıyorlardı. Oysa benim henüz evlenmeye niyetim yoktu. O kafeyi açmalıydım. En azından kendi paramı kazanmalıydım. Selim Abi ile mutfakta birlikte çalışarak iyi bir arkadaşlık kurduk. İlköğretim dönemimi saymazsak bir erkekle kurduğum ilk arkadaşlıktı bu. Mahalledeki kadınların erkeklerden dert yanan halleri, televizyonlarda gördüğüm şiddet haberlerine rağmen kadınların erkeklerle de iletişim kurabileceği, onlarla da arkadaş olabileceği fikri yeşeriyordu kafamda. Hatta birine aşık olmak, sevgili olmak, ele ele dolaşmak…. Sanırım hayatın bir de bu yönü vardı ama annem ve mahalledeki komşular sürekli “Melike, kız evde kaldın vallahi bak yaşıtlarının hepsi evlendi.” diyorlardı. Hatta annem zaman zaman falancanın oğlu filancanın yeğeni diyerek sürekli bana “kısmet” bulmaya çalışıyordu. “Ben çalışıyorum şimdi bunları düşünecek vaktim yok.” diyerek annemin salvolarını karşılıksız bırakıyordum.

Günlerden bir gün sabah yoğunluğunda içeri gençten bir çocuk girdi. Tezgâhtaki poğaçalara böreklere bakıyordu.  Çocuğa: “Ne arzu edersiniz?” diye sordum. Çocuk bana bakıp bir süre durakladıktan sonra kekeleyerek: “iki tane maydanozlu zeytinli poğaça alabilir miyim?” dedi. Ben siparişini verdikten sonra çıktı gitti. Uzun boylu, esmer, temiz yüzlü, tanıdığım diğer erkeklerden farklı, biraz da yakışıklı bir çocuktu. Sonra bu çocuk ilk günkü gibi her sabah hafif şaşkın bir ifadeyle iki maydanozlu zeytinli poğaçasını alıp hızla pastaneden çıkıyordu. Kimdir, nedir, ne iş yapar? Bu soruların hiçbirinin cevabını bilmiyordum ama çocuğun o her sabahki şaşkın, mahcup tavrı hoşuma da gidiyordu. Diğer yandan annemin “kısmet” arayışları hız kesmeden devam ediyordu. Uzaktan akrabaların birinin oğlu yeni mühendis çıkmış, bizim ilin Tarım İl Müdürlüğü’ne mühendis kadrosuyla atanmış. Şimdi de bu oğlanın anası “helal süt emmiş” evlenilecek bir kız bakıyormuş oğlu için ve anneme de durumu çıtlatmış. Annem de boş durur mu? Mahallenin desti izdivaç sorumlusu, nam salmış çöp çatanı kendi kızı için “kısmet bulamadı” dedirtemezdi. Annem de konuyu babama anlatmış ve babam da durumu onaylamıştı. Hatta istemeye gelme işi için gün bile kesilmişti.

Bu durum üzerine apar topar, tüm karşı çıkışlarıma rağmen babam: “bundan sonra çalışıp çalışmamana kocan karar verir.” diyerek pastanedeki işimden aldı beni. Artık evde isteme gününü bekliyordum. Annemin tüm ısrarlarına rağmen çeyiz hazırlama, “o büyük güne” hazırlanma girişimlerine tepkisiz kalıyor ve hiçbir işe elimi sürmüyordum. Belki pasif bir direnişti benimkisi. Hayatımda ilk kez kendimi özgür hissetmişken şimdi tutsak gibi hissediyordum. Zaman zaman o uzun boylu esmer çocuk aklıma geliyordu. Acaba nasıl biriydi? Onunla da arkadaş olabilir miydim? Belki severdik birbirimizi. Hem illa sevgili olacağız diye bir kural yoktu ki. En azından kendimi anlatabileceğim, derdimi sıkıntımı paylaşabileceğim, hayallerimi anlatıp ondan fikir isteyebileceğim biri olmuş olurdu hayatımda.    


İsteme günü yaklaşmaya başlamıştı. Evde durmak işkence gibi geliyordu. Neyse ki bizimkiler akşamları erken yatardı. Onlar uyuyunca ben de bir yandan kısık seste müzik dinleyip, bir yandan da kitap okurdum. Çok daraldığım bir gece hazır bizimkiler de uyumuşken biraz hava almak için gizlice evden çıktım. Mahallenin aşağısında bulunan lunaparktaki dönme dolabın ışıkları gözüme çarptı ve lunaparkın açık olduğunu düşünerek oraya doğru yürümeye başladım. Lunaparka vardığımda tek tük müşteri kalmıştı çalışanların çoğu bir yandan temizliğe başlamışlardı. Dönme dolaba doğru yürürken ahtapotun olduğu gişede o uzun boylu çocuğu gördüm. Kafası öne eğik müzik dinliyordu. Yanına yaklaşıp: “Merhaba, ben Melike. Sen burada mı çalışıyordun?” dedim.  O da yine pastanedeki şaşkın tavrıyla hafifçe kekeleyerek: “Merhaba, ben Toygar. Evet, burada çalışıyorum. “ dedi. Daha sonra gişeden çıktı ve birlikte lunaparkın içinde sohbet edip dolaşmaya başladık. Biraz heyecanlıydım. O ise biraz daha sakin görünüyordu. Bir süre sonra tüm müşteriler gitmişti. Lunaparkta çalışanlar ve ben kalmıştım. Toygar, bana: “dönme dolaba binmek isteyip, istemediğimi” sordu. Bende: “olur.” dedim. Hemen koşup kendi gişesinden iki bira getirdi. Alkolle pek aram yoktu, birkaç kez Deli Zehra boş derslerde abisinden aşırdığı bir iki birayı okula getirmişti. Sadece onlardan birkaç yudum almıştım ama Toygar’ın ikramını geri çevirmek istemedim. Dönme dolaba bindik, Toygar telefondan Pilli Bebek’ten Fotoğraf isimli şarkıyı açtı. Sevdiğim bir şarkıydı beraber şarkıyı mırıldanıyorduk. Yavaş yavaş dönme dolabın en tepesine yaklaşıyorduk. Gökyüzü çok güzel gözüyordu. O an aklımda açmayı düşlediğim kafe geldi. Neden hayalimi gerçekleştiremeyecektim? O sırada Toygar: “Olur mu?” diye sordu. Ne demek istediğini anlamıştım. Bu durumda olmasaydım belki olurdu. Gerçekten güzel de olabilirdi ama ben sadece: “Olmaz.” diyebildim. Başka hiçbir şey sormadı, söylemedi. Sanki içinde bulunduğum durumu anlamıştı ya da bana öyle geliyordu. En tepedeydik.  İçimden kendimi göğün koynuna bırakmak geçiyordu. Diğer yanda da hayalim. Toygar birasından büyükçe bir yudum aldı ve kendini göğün koynuna bıraktı. Belki o cesurdu, belki de ben.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder