Bazen
bir uyuşukluk hali oluyor zaman!
Sabahları erken uyanmak gibi bir zorunluluğum olmamasına rağmen bazen sabahları erken uyanıp dışarı çıkar öyle boş boş dolaşır kendi kendime zaman geçiririm. Sokaklarda dolaşırken o saatte dışarda pek insan olmasa da yanımdan geçen insanların yüzlerine bakıp kendimce onlar hakkında yorumlar yaparım. Daha sonra deniz kenarına gidip denize karşı bir iki sigara içtikten sonra birkaç poğaça alıp eve dönerim. O gün de sabah erkenden evden çıkmıştım. Eve döndüğümde masa üzerinde bir not ve biraz da para gördüm. Notta: “Hüseyin Amca ölmüş, onun cenazesi için İstanbul’a gidiyoruz. Yarın döneceğiz. Annen” yazıyordu. Annem neden beni aramamıştı ki ya da bir mesaj atabilirdi. Telefonum yanımdaydı oysa. Sonra Hüseyin Amca takıldı aklıma. Hüseyin Amca kimdi? Çok da önemli değildi benim için ama her ölüm bir parça üzmüştür beni. Muhtemelen bir düğün ya da cemiyette bir iki kez tanıştığım ama benim için hiçbir anlam ifade etmeyen akrabalardan biriydi kesin. Akrabalık sen doğduğunda hazır olan ve sürekli yeni insanların eklendiği, çok da çaba sarf etmeden kurulan ilişki biçimi. Falancanın oğlu ya da kızı olduğu için ön bilgiyle değerlendirip kodladığımız insanların tümü. Zaten düğünleri, bayramları cenazeleri vb… geleneksel ritüelleri oldum olası hiç sevmemişimdir. Hayatımda hiçbir yeri olmayan bir sürü hısım akrabanın sorgulamaları bende kapana kısılmışlık hissi uyandırmıştır. O anlamsız toplumsallık dizgesinin bir yerinde olmaya çalışan ama hayatta benim için hiçbir karşılığı olmayan insanların saçma sorularına kaçamak cevaplar vermeye çalışmak insanın kendi olmasını engelleyen, dürüstlüğünden ödün vermesine neden olan bir hadise değil mi?
Çay demleyip poğaçalarımı yemeye koyulmuşken bir yandan
bilgisayardan müzik açıp günlük olan bitene bakmaya başladım. Haberler dünden
çok da farklı değildi. Yine adaletsiz yönetimler, savaşlar, katliamlar,
haksızlıklar, açlık, sefalet, işsizlik vb… Eskiden böyle haberler gördüğümde
daha fazla reaksiyon gösterirdim. Hatta eylemlere falan bile giderdim. Sanırım insan
yaşlandıkça o eski heyecanı biraz daha azalıyor, daha çok vicdan yapıp, daha az
reaksiyon gösteriyor. Zaman geçtikçe her şey sıradanlaşıyor ve insan bu duruma
alışıyor. Yoksa bu kadar zulme, savaşa, kana dayanabilmenin başka bir
açıklaması olamaz. Bireysel olarak sınır durumlar yaşamadıkça sarsılıp olanları
idrak etmekte zorlanıyor insanlık. Toplu bir kayıtsızlık hali. Sınır durumların
dışında bu kayıtsızlık halini bir nebze olsun aşabilecek olanın mizah olduğunu
düşünüyorum. Belki her şeyle dalga geçmek değil ama gereksizce önem atfedilen
şeylerin aslında önemsiz olduklarını
vurgulamak gibi. Haberleri inceledikten sonra facebook ve twitter’ı açıp
günlük mizahımı da yaptım. Kendimce eğleniyorum işte ya da boş boş o sayfalara
bakarken dalıp gitmişken kendimi yakalıyorum. Amaçsızca hiçbir şey yapmadan
saatlerce o ekrana bakmanın bir şekilde zamanın geçmesini sağladığını fark
ediyorum. İnsanların neler yaptığı, nelere tepki gösterip nelere güldüklerini
incelemek ve amaçsızca bunları takip etmek. Bu sanal ortam bir yanıyla diğer
insanlarda kendimizi bulmamıza yardımcı oluyor. Aslında hiçbirimizin özel
olmadığı, temelde isteklerimizin, arzularımızın aynı olduğu, sadece bunları
farklı biçimlerde ve farklı düzeylerde ifade ettiğimiz gerçekliğini bize yansıtıyor.
Bir süre sonra bilgisayarın başından kalkıp kendime kahve
yaptım. Tek şekerli sade kahve,
sigarayla en iyi böyle gidiyor bence. Uzun süredir elime alıp alıp
bıraktığım kitaba yeniden başlamaya karar verdim. Bazen bazı kitapları okumak zül
geliyor ama yine de okumaya çabalıyorum o tür kitapları. Böyle okuması bana zül
gelen kitapları okurken zaman zaman gözlerim satırları takip etse de kitapla
paralel bir şekilde kafam başka başka düşüncelere takılır. Yine öyle oldu. Yaklaşık
on sayfalık bir sürede kafam dalıp gitmişti. Böyle durumlarda genelde kitapta
yaşanan olayları kendimle özdeşleştirdiğimi fark ediyorum ya da böyle bir
durumda ne yapacağımı sorguluyorum. Bu durumu fark ettiğim anda on sayfa geriye
giderek kaldığım yerden devam ettim. Birkaç saat böyle “flashback”lerle kitap
okumaya devam ettim.
Kitap okumaktan yorulunca bir süre evin içinde dolandım
durdum. Mutfakta yiyecek abur cubur arıyordum. Bir iki bisküvi biraz çerez
arasında tereddüt yaşadıktan sonra mısır patlatmaya karar verdim. Hazır mısır
patlatmışken sosyal medyada sürekli “spoiler”ı verilen takip ettiğim dizinin
son bölümünü izlemeye karar verdim. Aslında bölümün sonunu sosyal medyadan
öğrenmiştim ama bu benim için çok da can sıkan bir durum değildi. Zaten hayat
da sonunu baştan söylüyor. Hüseyin Amca sonunun böyle olacağını biliyordu. Buna
rağmen yaşadı.
Akşama doğru karnım acıkmaya başlamıştı. İçim hafif hafif
kıyılanıyordu. Mutfağa gittim, dolap ağzına kadar doluydu ama ben bir şeyler
hazırlamaya üşeniyordum. En iyisi dışarda yemekti. Hem sabahtan beri dışarı hiç
çıkmamıştım ve dışarda çok güzel serin bir yaz akşamı akıp gidiyordu. Banyoda suyu
hiçbir zaman istediği sıcaklığa ayarlayamamanın verdiği mutsuzlukla duş
aldıktan sonra kendimi sokağa attım. Epey kalabalıktı. İnsanlar çoluk çocuk
güzel havanın tadını çıkarıyorlardı. Sürekli gittiğim bir lokantaya oturup az
kuru az pilav biraz da cacıkla açlığımı giderdim. Biraz turladıktan sonra yine
deniz kenarına gittim. Bir kafeye oturup sade bir türk kahvesi içerken denize
bakıp öyle daldım. İş güç nolacaktı, aşk sevda, yaşam, hayatı bir türlü
kuramamış olmanın verdiği huzursuzluk hissi. Bir yanda tüm bunları halletsek
bile hep bir eksikliğin olacağını bilmenin yarattığı sıkıcılık. Bir süre bunlar
kafamda dolandı durdu. Hesabı ödeyip kalktım. Bir süre daha turladım. Yoldan geçen
insanların yüzlerine bakıyordum yine. Gençler, yaşlılar, erkekler, kadınlar,
çocuklar…. Her yüz farklı bir şeyler anlatıyordu. Hepsinin farklı farklı hayatları,
dertleri, sıkıntıları, sevinçleri vardı.
Hava iyice kararmıştı ve zemin günah işlemeye müsaitti. Sürekli
gittiğim meyhaneye gittim. Kısa bir selamlaşmanın ardından bir bira söyleyip
balkondaki masaya oturdum. Balkondan hafifte olsa deniz görünüyordu. Yemek ve
yürüyüşten sonra soğuk bir bira iyi gelmişti. İlk birayı içerken öylece denize
baktım. Kafamda yine bir şeyler dolaşıyordu. İkinci ve üçüncü bira da böyle
aktı gitti. Yalnız içen insanların kafasında hep bir şeyler vardır zaten. Telefonu
kurcalayıp kafamı dağıtmaya çalıştım bir süre. Genel sıkkınlık hali her zaman
olduğu gibi yine peşimdeydi. Güzel anların paylaşılması gerektiği gibi
sıkıntılı anların da paylaşılması gerekir. Bir iki arkadaşı aradım. Havadan sudan
sohbet ve biraz da makaradan sonra telefonu da bıraktım. Beş, bira içerken
hüznün sayısıdır. Ve bu kafadayken hüzün tehlikelidir. Aramak istemediğiniz
insanları arayabilirsiniz bu saatlerde ve bu aramalarda yapılan konuşmalar
hiçbir zaman yaratmak istenilen etkiyi yaratmaz. Her zaman niyet edilen durumun
tersi bir etki yaratır. Bu durumun farkında olduğum için telefonu bıraktım ama
hüzün devam ediyordu. Yanımda olsaydı mesela, beraber olabilseydik, nerede hata
yapmıştık… Bir iki bira daha içtikten
sonra hesabı ödeyip kalktım. Sokakta dolaşıyordum yine, artık kimsenin yüzüne
bakmıyordum. Her şey silikleşmiş ve önemsizleşmişti. Yorulduğumu hissedip bir
banka oturdum. Sigara yaktım. Sigaradan birkaç nefes aldıktan sonra aklıma Hüseyin
Amca geldi. Hüseyin Amca kimdi? Evet, hatırladım Hüseyin Amca’yı. İstanbul’da
bahçeli evleri vardı. Küçükken oraya gider Hüseyin Amca’nın oğlu Mert’le oyun
oynardık. Hüseyin Amca bize bisiklet kullanmayı öğretmişti. O sırada gözümden
birkaç damla yaş süzüldü. Sigaradan son nefesi aldım ve banktan kalkıp eve
yürüdüm. Eve gelince bir film açıp izlemeye başladım. Sonlarını hatırlamadığım
bir çok film var. Yine film izlerken uyuyakalmıştım. Ertesi gün sabah annem kalk hadi kahvaltı
yapalım diyerek uyandırdı beni.
Not: Fonda Kaan Boşnak- Yorgunum ve Ağrılar (1
saatlik uzun versiyon)çalıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder