11 Temmuz 2015 Cumartesi

Yorgunum ve Ağrılar


Bazen bir uyuşukluk hali oluyor zaman!


Sabahları erken uyanmak gibi bir zorunluluğum olmamasına rağmen bazen sabahları erken uyanıp dışarı çıkar öyle boş boş dolaşır kendi kendime zaman geçiririm. Sokaklarda dolaşırken o saatte dışarda pek insan olmasa da yanımdan geçen insanların yüzlerine bakıp kendimce onlar hakkında yorumlar yaparım. Daha sonra deniz kenarına gidip denize karşı bir iki sigara içtikten sonra birkaç poğaça alıp eve dönerim.  O gün de sabah erkenden evden çıkmıştım. Eve döndüğümde masa üzerinde bir not ve biraz da para gördüm. Notta: “Hüseyin Amca ölmüş, onun cenazesi için İstanbul’a gidiyoruz. Yarın döneceğiz. Annen” yazıyordu. Annem neden beni aramamıştı ki ya da bir mesaj atabilirdi. Telefonum yanımdaydı oysa. Sonra Hüseyin Amca takıldı aklıma. Hüseyin Amca kimdi? Çok da önemli değildi benim için ama her ölüm bir parça üzmüştür beni.  Muhtemelen bir düğün ya da cemiyette bir iki kez tanıştığım ama benim için hiçbir anlam ifade etmeyen akrabalardan biriydi kesin.  Akrabalık sen doğduğunda hazır olan ve sürekli yeni insanların eklendiği, çok da çaba sarf etmeden kurulan ilişki biçimi. Falancanın oğlu ya da kızı olduğu için ön bilgiyle değerlendirip kodladığımız insanların tümü.  Zaten düğünleri, bayramları cenazeleri vb…  geleneksel ritüelleri oldum olası hiç sevmemişimdir. Hayatımda hiçbir yeri olmayan bir sürü hısım akrabanın sorgulamaları bende kapana kısılmışlık hissi uyandırmıştır. O anlamsız toplumsallık dizgesinin bir yerinde olmaya çalışan ama hayatta benim için hiçbir karşılığı olmayan insanların saçma sorularına kaçamak cevaplar vermeye çalışmak insanın kendi olmasını engelleyen, dürüstlüğünden ödün vermesine neden olan bir hadise değil mi?

Çay demleyip poğaçalarımı yemeye koyulmuşken bir yandan bilgisayardan müzik açıp günlük olan bitene bakmaya başladım. Haberler dünden çok da farklı değildi. Yine adaletsiz yönetimler, savaşlar, katliamlar, haksızlıklar, açlık, sefalet, işsizlik vb… Eskiden böyle haberler gördüğümde daha fazla reaksiyon gösterirdim. Hatta eylemlere falan bile giderdim. Sanırım insan yaşlandıkça o eski heyecanı biraz daha azalıyor, daha çok vicdan yapıp, daha az reaksiyon gösteriyor. Zaman geçtikçe her şey sıradanlaşıyor ve insan bu duruma alışıyor. Yoksa bu kadar zulme, savaşa, kana dayanabilmenin başka bir açıklaması olamaz. Bireysel olarak sınır durumlar yaşamadıkça sarsılıp olanları idrak etmekte zorlanıyor insanlık. Toplu bir kayıtsızlık hali. Sınır durumların dışında bu kayıtsızlık halini bir nebze olsun aşabilecek olanın mizah olduğunu düşünüyorum. Belki her şeyle dalga geçmek değil ama gereksizce önem atfedilen şeylerin aslında önemsiz olduklarını  vurgulamak gibi. Haberleri inceledikten sonra facebook ve twitter’ı açıp günlük mizahımı da yaptım. Kendimce eğleniyorum işte ya da boş boş o sayfalara bakarken dalıp gitmişken kendimi yakalıyorum. Amaçsızca hiçbir şey yapmadan saatlerce o ekrana bakmanın bir şekilde zamanın geçmesini sağladığını fark ediyorum. İnsanların neler yaptığı, nelere tepki gösterip nelere güldüklerini incelemek ve amaçsızca bunları takip etmek. Bu sanal ortam bir yanıyla diğer insanlarda kendimizi bulmamıza yardımcı oluyor. Aslında hiçbirimizin özel olmadığı, temelde isteklerimizin, arzularımızın aynı olduğu, sadece bunları farklı biçimlerde ve farklı düzeylerde ifade ettiğimiz gerçekliğini bize yansıtıyor.

Bir süre sonra bilgisayarın başından kalkıp kendime kahve yaptım. Tek şekerli sade kahve,  sigarayla en iyi böyle gidiyor bence. Uzun süredir elime alıp alıp bıraktığım kitaba yeniden başlamaya karar verdim. Bazen bazı kitapları okumak zül geliyor ama yine de okumaya çabalıyorum o tür kitapları. Böyle okuması bana zül gelen kitapları okurken zaman zaman gözlerim satırları takip etse de kitapla paralel bir şekilde kafam başka başka düşüncelere takılır. Yine öyle oldu. Yaklaşık on sayfalık bir sürede kafam dalıp gitmişti. Böyle durumlarda genelde kitapta yaşanan olayları kendimle özdeşleştirdiğimi fark ediyorum ya da böyle bir durumda ne yapacağımı sorguluyorum. Bu durumu fark ettiğim anda on sayfa geriye giderek kaldığım yerden devam ettim. Birkaç saat böyle “flashback”lerle kitap okumaya devam ettim.

Kitap okumaktan yorulunca bir süre evin içinde dolandım durdum. Mutfakta yiyecek abur cubur arıyordum. Bir iki bisküvi biraz çerez arasında tereddüt yaşadıktan sonra mısır patlatmaya karar verdim. Hazır mısır patlatmışken sosyal medyada sürekli “spoiler”ı verilen takip ettiğim dizinin son bölümünü izlemeye karar verdim. Aslında bölümün sonunu sosyal medyadan öğrenmiştim ama bu benim için çok da can sıkan bir durum değildi. Zaten hayat da sonunu baştan söylüyor. Hüseyin Amca sonunun böyle olacağını biliyordu. Buna rağmen yaşadı.  
Akşama doğru karnım acıkmaya başlamıştı. İçim hafif hafif kıyılanıyordu. Mutfağa gittim, dolap ağzına kadar doluydu ama ben bir şeyler hazırlamaya üşeniyordum. En iyisi dışarda yemekti. Hem sabahtan beri dışarı hiç çıkmamıştım ve dışarda çok güzel serin bir yaz akşamı akıp gidiyordu. Banyoda suyu hiçbir zaman istediği sıcaklığa ayarlayamamanın verdiği mutsuzlukla duş aldıktan sonra kendimi sokağa attım. Epey kalabalıktı. İnsanlar çoluk çocuk güzel havanın tadını çıkarıyorlardı. Sürekli gittiğim bir lokantaya oturup az kuru az pilav biraz da cacıkla açlığımı giderdim. Biraz turladıktan sonra yine deniz kenarına gittim. Bir kafeye oturup sade bir türk kahvesi içerken denize bakıp öyle daldım. İş güç nolacaktı, aşk sevda, yaşam, hayatı bir türlü kuramamış olmanın verdiği huzursuzluk hissi. Bir yanda tüm bunları halletsek bile hep bir eksikliğin olacağını bilmenin yarattığı sıkıcılık. Bir süre bunlar kafamda dolandı durdu. Hesabı ödeyip kalktım. Bir süre daha turladım. Yoldan geçen insanların yüzlerine bakıyordum yine. Gençler, yaşlılar, erkekler, kadınlar, çocuklar…. Her yüz farklı bir şeyler anlatıyordu. Hepsinin farklı farklı hayatları, dertleri, sıkıntıları, sevinçleri vardı.

Hava iyice kararmıştı ve zemin günah işlemeye müsaitti. Sürekli gittiğim meyhaneye gittim. Kısa bir selamlaşmanın ardından bir bira söyleyip balkondaki masaya oturdum. Balkondan hafifte olsa deniz görünüyordu. Yemek ve yürüyüşten sonra soğuk bir bira iyi gelmişti. İlk birayı içerken öylece denize baktım. Kafamda yine bir şeyler dolaşıyordu. İkinci ve üçüncü bira da böyle aktı gitti. Yalnız içen insanların kafasında hep bir şeyler vardır zaten. Telefonu kurcalayıp kafamı dağıtmaya çalıştım bir süre. Genel sıkkınlık hali her zaman olduğu gibi yine peşimdeydi. Güzel anların paylaşılması gerektiği gibi sıkıntılı anların da paylaşılması gerekir. Bir iki arkadaşı aradım. Havadan sudan sohbet ve biraz da makaradan sonra telefonu da bıraktım. Beş, bira içerken hüznün sayısıdır. Ve bu kafadayken hüzün tehlikelidir. Aramak istemediğiniz insanları arayabilirsiniz bu saatlerde ve bu aramalarda yapılan konuşmalar hiçbir zaman yaratmak istenilen etkiyi yaratmaz. Her zaman niyet edilen durumun tersi bir etki yaratır. Bu durumun farkında olduğum için telefonu bıraktım ama hüzün devam ediyordu. Yanımda olsaydı mesela, beraber olabilseydik, nerede hata yapmıştık…  Bir iki bira daha içtikten sonra hesabı ödeyip kalktım. Sokakta dolaşıyordum yine, artık kimsenin yüzüne bakmıyordum. Her şey silikleşmiş ve önemsizleşmişti. Yorulduğumu hissedip bir banka oturdum. Sigara yaktım. Sigaradan birkaç nefes aldıktan sonra aklıma Hüseyin Amca geldi. Hüseyin Amca kimdi? Evet, hatırladım Hüseyin Amca’yı. İstanbul’da bahçeli evleri vardı. Küçükken oraya gider Hüseyin Amca’nın oğlu Mert’le oyun oynardık. Hüseyin Amca bize bisiklet kullanmayı öğretmişti. O sırada gözümden birkaç damla yaş süzüldü. Sigaradan son nefesi aldım ve banktan kalkıp eve yürüdüm. Eve gelince bir film açıp izlemeye başladım. Sonlarını hatırlamadığım bir çok film var. Yine film izlerken uyuyakalmıştım.  Ertesi gün sabah annem kalk hadi kahvaltı yapalım diyerek uyandırdı beni.


Not: Fonda Kaan Boşnak- Yorgunum ve Ağrılar (1 saatlik uzun versiyon)çalıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder